Tadı Kalmadı
Tadı Kalmadı
Eşimi kaybettikten sonra, kalabalık ev birden sessizliğe büründü. Üç
çocuğumuz vardı. Biri oğlan, ikisi kız. Hep birlikte aynı apartmanda
yaşıyorduk; dört dairelik küçük bir yuva. Bu düzen eşimin fikriydi. “Yaşlanınca
herkes birbirine yakın olsun,” demişti. Ben ise hep mesafeyi savundum. “Fazla
yakınlık fazla kırgınlık getirir,” dedim ama dinlemedi. Evin içi kadar inadı da
büyüktü.
En alt kata biz yerleştik, üst katlara yaş sırasına göre çocuklar. Eşim
gidince o düzen de dağıldı. Torunların neşesi bile dolduramadı evin boşluğunu.
Varlığım, malım mülküm vardı ama içim bomboştu. Bazen fabrikaya gidip işler
nasıl gidiyor diye bakıyordum. Yüzde elliden fazla hisse hâlâ benimdi ama
idareyi çocuklara bırakmıştım. Onlar da ara sıra yoklamaya gelir, bazen de
konuyu dağıtmak ister gibi şöyle derlerdi:
“Baba, şu hisseleri artık devretsen… Sonuçta bir gün bizim olacak.”Gülümserdim.
Ölmeden önce mal paylaşımı isteyen evlatlarıma baktıkça, içimde hafif bir sızı
olurdu. Yaşlandıkça insanların kalbi büyüyecek sanırdım; meğer beklentileri
büyüyormuş.
Bir sabah garip bir baş ağrısıyla uyandım. Ne ilaç fayda etti ne uyku. Eski
dostum bir nöroloğa görünmeye karar verdim. Tetkikler yapıldı, görüntüler
alındı. “Kötü haber,” dedi doktor. “Beyninizde bir ur var. Ameliyatla
alınabilir ama sonrası için garanti veremem.”
“Ne değişecek?” diye sordum.
“Hayatınızı kurtarırız,” dedi, “ama bir şeyin tadını alamazsınız artık. Ne
yerseniz yiyin, fark etmez.”
O akşam çocuklarımı eve çağırdım. Sofraya oturduk. Dikkatle yüzüme bakıyorlardı.
Ben de haber verdim. Önce sustular. Sonra itirazlar başladı:
“Bize neden en son söylüyorsun?”
“Yalnız mı gittin doktora?”
“Neden hemen ameliyat oluyorsun?”
Ama fazla sürmedi. Sessizlik, endişeyi örttü. Ameliyat yapıldı. Burnumdan
girip tümörü aldılar. Ardından patoloji sonucu geldi: kötü huylu. Işın
tedavisi, ilaçlar… Ancak hepsi zaman kazandırmaya yönelikti.
Bir gün doktora tek başıma gittim. “Ne kadar vaktim kaldı?” dedim. Camdan
dışarıya uzun uzun baktı. Sonra yüzünü bana döndürüp, “Bir yıl, belki biraz
daha az,” dedi.
O akşam çocuklara hiçbir şey söylemedim. Sadece, “Yazlığa gitmek
istiyorum,” dedim. Oğlum şaşırdı.
“Peki ya tedavi?”
“Yeter artık,” dedim. “Kalan zamanımı huzurla geçirmek istiyorum.”
Yazlığa giderken yol boyunca dikiz aynasından bana bakıyordu. Gözlerinde
bir şey söylemek ister gibi bir ifade vardı ama dudakları sessizdi. Eve
vardığımızda yardımcılar hazırdı. Oturduk. Çocuklarımı karşıma aldım. Küçük
kızım bir kâğıt uzattı:
“Baba, yanlış anlama. Sadece ileride bir sorun çıkmasın diye düşündük.
Miras işini sen yaparsan, kimse birbirine düşmez.”
Kâğıdı elime aldım. Daireler, arsalar, hisseler... Hepsi yazılıydı. Başımı
kaldırıp baktım onlara. Yüzlerinde beklentiyle karışık bir huzursuzluk vardı.
“Sizce,” dedim, “bir baba hangi evladına ne kadar vereceğini sağlığında mı
ölçmeli? Ölmeden önce mi dağıtmalı kalbini, evini, emeğini?”
Oğlum ses etmedi. Sadece, “Kavga istemiyoruz,” dedi. “Senin canını sıkacak
bir şey olsun istemiyoruz.”
Başımı salladım. “Benim canımı sıkacak şey zaten olmuş,” dedim. “Hayatın
tadı kalmadı artık. Ne yediğimden anlıyorum, ne yaşadıklarımdan.”
O günden sonra yazlıktaki günlerim sessiz geçti. Bahçedeki ağaçlara baktım,
denizi dinledim, çocukluğumu düşündüm. Ne kadar sahici, ne kadar yalındı o
zamanlar. Şimdi herkes hesapta, herkes payda.
Ben sadece biraz huzur istemiştim. Onlar da kendi huzurlarını erkenden
garanti altına almak istemiş.
Yorumlar
Yorum Gönder