Kış Gecesi Mezarlıkda
Kış Gecesi
Mezarlıkda
Kışın uzun
gecelerinde, mahalle kahveleri sıcak birer sığınaktır. Sigara dumanı tavanda
dolaşırken, altı-yedi kişilik masalarda türlü hayaller kurulur. Bir masa
kalabalık, hararetli... Ne konuştuklarını kimse duymasın diye başları birbirine
yakın. Yan masada oturan, mahallede sözü geçen yaşlı bir adam gözlüğüyle
gazetesine gömülmüş gibi görünse de kulakları ister istemez yan masaya kayıyor.
Söz döndü
dolaştı defineye geldi. Masadakilerden biri, “Çocuk oyuncağı bu iş,” diye
anlattıkça, ötekiler ağzı açık dinliyor. Az kalsın o anda kalkıp kazmaya
gidecekler. Kar mı yağıyor, umurlarında değil.
Gazete okur
gibi yapan adam dayanamayıp yerinden kalktı. “Kusura bakmayın, hararetli
konuşuyordunuz, ilgimi çekti,” diyerek masalarına oturdu. Ona bir çay
söylediler. “Define işinden mi bahsediyordunuz?” dedi.
Gençlerden
biri “He amca öyle,” deyince yaşlı adam sigarasından bir nefes alıp, “Biz de
bir zamanlar bu işlere heves ettik,” dedi. Herkesin gözü açıldı, “Sahi mi?
Buldun mu?”
“Durun,”
dedi adam, “bu işin pîri bir arkadaşım. Burada, şurada oturuyor. Çağırayım da o
anlatsın.”
Çağırılan
adam geldi, oturdu. Çayını karıştırırken dışarıda yağan kara bakarak anlatmaya
başladı:
“Emeklilikten
sonra köroğlu bir ben, ayvaz bir arkadaş kaldık. Bir gün bu çocukluk arkadaşım
geldi, belli ki ağzında bakla ıslanmıyor ama lafı dolandırıyor. ‘Ne diyorsan de
artık’ dedim. Gözleri parladı: ‘Bir define yeri tespit ettim,’ dedi.
Ulan dedim,
dam üstünde saksağan… Git işine. Ama yapıştı bir kere. Eski bir Rum köyünden
bahsediyor. Terk edilmiş, taş üstünde taş kalmamış. Köylü başka yere taşınmış,
burası da definecilerin uğrak yeri olmuş.
Dediğine
göre, mezarlığın en köşesinde, taşı bile olmayan bir mezarın altında çömlek
dolusu altın varmış. Hani 500–600 tane.
Dedim, ‘Ulan
bu çömleği sen mi koydun da sayısını biliyorsun?’
Meğerse
köyden bir tanıdığı varmış, o demiş. Yunanistan’dan gelen bir adam yıllardır bu
mezarı arıyormuş. Adamın dedesiymiş orada yatan.
Ne yalan
söyleyeyim, aklım gitti. Hanım karşı çıktı. ‘Ya hapiste, ya hastanede biter bu
iş,’ dedi. Ama o gece rüyamda altın saydım.”
Gülüşmeler
arasında gözleri ciddileşti:
“Gittik.
Kazma kürek mezarlığın kenarına. Araba eski, plakası yok. Egzoz susturulmuş.
Arabanın içi yalıtılmış, ses çıkmasın diye. Film gibi. Mezarı kazmaya başladık.
Ben gözcü.
Tam yarıya
gelmişken bir kargaşa... Köylüler bastı. Ellerine ne geçtiyse vurdular. Ben
bayır aşağı kaçarken yuvarlandım, kolumu kırdım.
Tam biri
levye ile kafama indirecekti ki jandarma geldi. Meğer Yunanlı adam şüphelenip
ihbar etmiş. Köyden biri de bizi mezarlıkta görünce köye haber salmış.
O gece
hastanelik olduk. Yengeniz günlerce başımda bekledi ama bir gülüyordu ki...
Vallahi diğer kolumu da kırsalardı da o gülüşü görmeseydim daha iyiydi.”
Masada bir
sessizlik oldu. Yaşlı adam bir nefes alıp başını çevirerek arkadaşına baktı:
“Kılavuzu
karga olanın burnu pislikten kurtulmazmış, değil mi?”
Ve yüzünde
bir tebessümle, “İyi geceler,” deyip kalktı, gözden kayboldu.
Yaşlı adamın
ardından masadakiler bir süre sessiz kaldı. Sonra içlerinden biri, Mahir,
fısıltıyla konuştu:
“Abi… Sizce
bu herif uydurdu mu şimdi?”
“Bilmem,”
dedi yanındaki. “Ama egzoz susturmak falan… Detaylar inandırıcıydı.”
Kahkaha
atmak ister gibi oldular ama gülemediler. İçlerinden biri çayı yudumladı, “Ulan
ya doğruysa?” dedi.
Mahir’in
aklına fikrine kurt düşmüştü bir kere. O gece eve gitmedi, kahve kapandıktan
sonra doğrudan kuzeninin evine gitti. Kuzeni Yasin’in arabası vardı, alet
edevat da ondaydı. Konuşurlarken Mahir gözleri parlayarak anlattı olan biteni:
“Abi
defineci adamı canlı canlı dinledik lan! Kazdıkları mezarın yeri hâlâ oradadır
belki.”
Yasin başta
“Boş iş,” dedi ama sonra gözlerini kısıp, “O köy dediğin… Hani şu terk edilmiş
olan değil mi? Harabe minare falan olan?”
Mahir başını
salladı. “Aynen orası.”
O gece karar
verdiler. Sabah ezanına kadar plan yaptılar. Haritadan yol baktılar. Ve bir
gece sonra, ayazın en kör saatinde yola çıktılar.
Mezarlığa
vardıklarında, ortalık zifiri karanlıktı. Arabayı köyün dışına bıraktılar,
ellerinde kazma, kürek, bir de küçük bir el feneri. Mezarlığın içi sessizdi ama
ayaklarının altında kar buz tutmuştu, her adımda çatırdı sesi yankılanıyordu.
Mahir,
defineci ihtiyarın tarif ettiği köşeyi bulduğunda kalbi deli gibi atıyordu.
“Burası,”
dedi. “Taşsız, mezar taşı bile yok. Tam dediği gibi.”
Yasin bir
sigara yaktı, etrafa bakındı.
“Kimse yok,”
dedi. “Hadi başlayalım.”
Kürek
toprağa bir kere girdi.
Sonra bir
daha.
Ve bir daha.
İlk saatte
hiçbir şey çıkmadı. İkinci saate geçtiklerinde el fenerinin ışığı azalmaya
başlamıştı. Yorgunluk çökmüştü üzerlerine ama Mahir durmuyordu.
Tam o
sırada, kürek bir şeye çarptı.
Tınnn…
Metal.
Yasin
gözlerini açtı, Mahir nefesini tuttu.
Karı,
toprağı sıyırdılar. Yuvarlak, paslı bir kapağa benziyordu. İkisinin de elleri
titriyordu. Mahir kapağa eğildi, parmaklarıyla temizlemeye çalıştı.
Tam kapağı
kaldıracakken, karanlıkta bir ses yankılandı:
“Ne
yapıyorsunuz burada?”
Işık
patladı. Fener değil. Uzaktan bir arabanın farı.
Bir ses
daha:
“Eller
yukarı! Jandarma!”
Jandarma
karanlığı yırttığında, Mahir’in dizlerinin bağı çözüldü. Kapağı kaldırmaya
çalışırken yere kapaklandı. Yasin elini havaya kaldırdı ama içinden geçenleri
gizleyemedi: “Bittik lan biz...”
Üç jandarma
indi araçtan. Silahlar belinde, gözler tetikte. Bir tanesi bağırdı:
“Ne
kazıyorsunuz burada?!”
Mahir
yutkundu. “Abi biz… Biz define aramıyoruz, vallahi aramıyoruz. Sadece—”
“Gece mezar
kazarak ne arıyorsunuz oğlum siz? Kimi çıkartacaktınız?”
Yasin ayağa
kalktı. “Biri anlattı bize, yaşlı bir adam… Hikâye gibi… Biz de…”
Komutanın
kaşları çatıldı. “Ne yaşlısı?”
Mahir başını
eğdi. “Kahvede anlattı. Bir defineciymiş. Eskiden bu köyde bir şeyler yaşamış.”
O an
komutanın yüzü değişti.
Sanki bir
yerden tanıyor gibiydi bu hikâyeyi.
Gözleri
karardı.
“Ne anlattı
size? Tek kelimesine kadar anlatın.”
Sabah,
karakolda sorguya çekildiklerinde, Mahir ve Yasin neyle karşı karşıya
olduklarını anlamaya başlamışlardı. Olay basit bir “mezar kazma suçu” gibi
durmuyordu. Komutan gece boyunca telefonla biriyle konuşmuştu. Arada bir göz
ucuyla ikisine bakıyor, sonra tekrar telefona dönüyordu.
Sabah saat
yedi gibi biri karakola geldi.
Siyah
kabanlı, düzgün sakallı, ağır adımlı bir adam.
Komutan
ayağa kalktı.
Adam Mahir’e
döndü.
“Anlattı mı
size?” dedi. “Her şeyi mi anlattı?”
“Kim?” dedi
Mahir. “O yaşlı adam mı?”
Adam
yaklaştı. Gözlerinde hem öfke hem merak vardı.
“Size ne
söyledi biliyor musunuz? Yarım bıraktı. O mezarlıkta sadece define yok. O
mezarlıkta, devletin saklamaya çalıştığı bir sır yatıyor. Ve o kapağın altı…
Sadece başlangıçtı.”
Adam
cebinden katlanmış bir fotoğraf çıkardı. Sararmış, kenarları yıpranmıştı. Üç
adam duruyordu karede: biri jandarma üniformasında, diğeri sivil, ortadaki ise
genç, yüzü korkuyla karışık bir öfkeyle gerilmiş.
“Ortadaki
benim kardeşim,” dedi adam. “1984 yılında kayboldu. O mezarlığa gömüldü. Ne bir
kayıt, ne bir tutanak... Sadece toprak ve suskunluk. Ve o yaşlı adam – siz
kahvede tanıdığınız kişi – o yıllarda buradaydı. Her şeyin içindeydi.”
Mahir’in içi
buz kesti. “Ama bize define anlattı. Hazine...”
Adam
gülümsedi, acıyla. “Sizin için o bir hikâyeydi. Ama ben o kapağın altına ömrümü
verdim. Adalet orada... ya da en azından onun kalıntısı.”
Komutan
sessizce dışarı çıktı. Onun da yüzü kararmıştı. Belki yıllardır bildiği, ama
sustuğu şeyler vardı.
O gün
öğleden sonra Mahir ve Yasin serbest bırakıldı. Ama gece o mezarlığa
dönmediler. Artık kazılacak bir şey yoktu onlar için. Hikâye, eğlence olmaktan
çıkmıştı.
İki hafta
sonra küçük bir haber düştü yerel gazeteye:
“Bozkır
Mezarlığı’nda Toplu Mezar İddiası: 80’li Yıllara Ait Askeri Kayıtlar Gündemde.”
Ama haber
çabuk silindi. Sayfalar kaldırıldı. Komutan başka bir yere tayin edildi. Siyah
kabanlı adamdan ise bir daha haber alınamadı.
Yıllar sonra
Mahir bir akşam, oğluna masal anlatırken duraksadı.
“Hazine diye
gidersin bazen,” dedi, “ama asıl bulduğun, kendinle yüzleşmektir. O toprağın
altı her zaman altın dolu değildir. Bazen öyle bir şey bulursun ki… Keşke hiç
kazmasaydın dersin.”
Oğlu
gözlerini açtı. “Ne bulmuştun baba?”
Mahir
gülümsedi. “Bir zamanlar kaybolmuş birinin adını. Ve bir daha unutmadım onu.”
O geceden
sonra mahalle kahvesinde artık define konuşulmadı. Masalarda yine çaylar
içildi, sigara dumanı tavanı buldu ama kimse hararetli fısıltılarla altın
peşine düşmedi.
Adam bir
daha kahveye uğramadı. Gözlüğünü düzeltip gazeteyi okumaya çalışan o yaşlı
sessizlik, o gece kahveden çıktığında beraberinde yılların yükünü de götürdü.
Kamil ise,
hâlâ o kahvede oturur bazen. Çayını yudumlar, gözlerini dışarıya – yağan kara
ya da gelip geçenlere – diker. Arada bir yan masadan birileri fısıldaşmaya
başlarsa, başını çevirip sadece şunu der:
"Kılavuzu
garga olanın... gerisini siz bilirsiniz."
Ve sessizlik
yeniden çöker.
Kamil Erbil
Yorumlar
Yorum Gönder