Kumarbaz (Çırak)
Kumarbaz (Çırak)
Liseyi
bırakalı iki yıl olmuştu. Evdeki suskunluk, sokaktaki gürültüye karışınca
kendini mahalle kahvelerine attı. Oynanmadık oyun kalmadı önünde; pişti, okey,
poker, ganyan... Zamanla iskambilden başka bir şey tutmaz oldu parmakları.
O gün kuzeni
aradı. Yarı heyecanlı, yarı gizemli sesi telefondan taşar gibiydi:
“Abi bak, bu gece başka... Büyük masa var. Açılış yapıyorlar. Kartlar da
gerçek, paralar da. Abiler gelecek. Geliyor musun?”
Bir an
durdu. Belki de o gece kaderi yeniden yazılacaktı. “Tamam,” dedi. “Geliyorum.”
Bodrum katına inen dar merdivenlerden her adımında ayaklarının altındaki dünya biraz daha kararıyordu. Kapı açıldığında önce sigara dumanı, sonra tütünle karışık ağır bir sessizlik çarptı yüzüne. İçerisi geniş değildi ama derin bir yeri vardı sanki; duvarlar bile sır saklıyordu.
Ortada bir
masa. Etrafında ceketleri dizlerine kadar inmiş adamlar. Kravatlar gevşek,
bakışlar sıkıydı. Herkesin eli yerdeydi ama niyeti görünmüyordu.
Kuzeni onu
tanıştırdı:
“Dayımın oğlu. El hafif, aklı keskin. Şansına güveniyor.”
Hiçbir şey
söylemedi. Sadece başıyla selam verdi. Göz ucuyla sandalyelere baktı. Dördüncü
koltuk boştaydı. Sanki onun için ayrılmış gibiydi.
“Otursun,”
dedi içlerinden biri. Gömleğinin kollarını sıvamıştı, bileğinde eski bir yara
izi vardı. “Bakalım ne yapacak?”
İlk el.
Kartlar dağıtıldı. Parmakları titrese de yüzü donuktu. Kalbindeki çarpıntıyı
sadece kendi duyuyordu.
Küçük küçük bahisler döndü. Kaybetti.
İkinci el. Eli fena değildi. Riski aldı. İkiye katladı. Gözler üstüne çevrildi.
Üçüncü el. Denge. Dördüncüde ise... şans, korku ve bir anlık cesaret birleşti.
Kazandı.
Masadakiler
hafifçe mırıldandı. Tam kalkarken, karşısındaki adamın bakışı gözlerini
kilitledi.
“Kazanınca bana bakıp gülersin ha?”
Sesi o kadar
sakindi ki ürperti verdi. Eliyle hafif bir işaret yaptı. “Yürü bakalım biraz…”
Sokağa
çıktıklarında gecenin soğuğu bile içine işlememişti. İçerideki bakış, tüm
bedeni uyuşturmuştu zaten. İki adam adım adım arkasındaydı. Ses yoktu. Sadece
ayak sesleri.
Sonra bir
an…
Kulağında bir “klik” sesi.
Ardından karanlıkta çakan metal parıltısı.
Tabancanın
kabzası alnına indi. Ne düşünmeye zaman kaldı ne de kaçmaya. Bir darbe. Dizleri
boşaldı.
Sonra biri itti.
Ayaklarının altındaki toprak kaydı.
Gövdesiyle birlikte düşünceler de yuvarlandı.
Şarampol.
Toprak
yumuşaktı ama hayat sert düşüyordu. Gökyüzü üstünde dönerken, içindeki çocuk
yere çakıldı.
Ne kadar
süre orada kaldığını hatırlamıyordu. Ama yıldızlar çok yakındı. Gözleri doluydu
ama ağlamıyordu. İlk defa hayatıyla baş başaydı.
Kalktı.
Burnu
kanıyordu, alnında zonklayan bir sıcaklık. Ama hâlâ yürüyebiliyordu. Hâlâ…
kendiydi.
O gece, içinde bir düğme kapandı. Ve başka bir tanesi açıldı.
Sabahı
hastane acilinde, kuzeniyle sessizce beklerken karşıladı. Aynada yüzüne baktı.
Şişmiş gözleri, moraran yanağı… Ama asıl acı içerideydi. Kumar masasında
kazandığı şey, hayatında kaybettiklerinden çok daha azdı.
O gece, oyun
bittiğinde kendine yemin etti. Bir daha dördüncü adam olmayacaktı.
Mahallede
herkesin bir lakabı vardı. Onunki "Çırak" olmuştu. Her masada biraz
durur, her sohbetten bir cümle kapar, kimseye ait olmadan yaşardı. Babası
uzaklarda bir işte çalışıyor, annesi ise onun bakışlarından çok dua ettiğini
söylüyordu.
Sabahları
kahvenin önünden geçerken boş sandalyelere bakar, öğleye doğru birini seçip
otururdu. Ne çay parasını, ne kaybettiği beş liraları dert ederdi. Asıl kayıp,
her geçen gün daha sessizleşen iç sesiydi.
gece, içinde bir düğme kapandı. Ve başka bir
tanesi açıldı.
Ertesi akşam
soluğu mahallede aldı. Kafası sarılıydı. Yüzü şiş, gözü mor. Ama içinde yanan
öfke, en az darbeler kadar ağırdı.
Kuzenini bulmak
zor olmadı. Kahve köşesindeydi. Masada iskambil, çay ve sigara. Her şey kaldığı
yerden devam ediyordu, sanki onun başına gelen hiçbir şey yaşanmamış gibi.
Masaya
yürüdü.
Sessizlik oldu.
Kartlar havada asılı kaldı.
“Gel,” dedi.
Sesi sakin ama titriyordu. İçinde fırtına vardı.
Kuzeni
şaşırdı, ama kalktı. İkisi sokağa çıktılar.
Söz falan
yoktu başta. Sadece göz göze geldiler.
Sonra ilk yumruk geldi. Bu sefer o vurdu.
Bir değil, üç değil… yılların birikimiyle, ihanete uğramış bir güvenin
acısıyla…
“Beni o masaya
sen oturttun.”
“Sen sustun, onlar vurdu.”
“Ben şarampole yuvarlanırken sen neredeydin lan!”
Kuzeni yere
düştü. Gözünden yaş değil, utanç aktı.
“Abi,” dedi. “Bilmiyordum böyle olacağını. Ne desen haklısın. Ama ben satmadım
seni. Yeminle…”
Yerde öylece
kaldı. O anda içindeki öfke geri çekildi. Kalbine başka bir şey doldu:
Yorgunluk.
Acı.
Ve… bir tür kırgın merhamet.
“Tamam,”
dedi.
“Bir daha olmaz. Ama bu iş burada biter. Kumar, masa, adamlar, hepsi bitti.”
İkisi de
susup başlarını eğdi. Son kez birbirlerinin gözlerine baktılar.
Bu, ne veda ne barıştı. Bu, tövbe gibiydi.
Askerliğin
son gecesinde yıldızlara baktı uzun uzun. Ne bir yemin etti, ne de kendine
büyük sözler verdi. Sadece içinden geçirdi:
“Bir daha aynı yerlerde uyanmayacağım.”
Ve bu kez, gerçekten inandı.
Terhis
belgesini cebine koyup otobüse bindiğinde, camdan dışarı değil, içine baktı.
Şehirler geride kaldı, yollar düzleşti. Her kilometrede geçmiş biraz daha
silindi sanki. Ama her silinen şey, ardında bir iz bıraktı.
Mahalleye
döndüğünde hiçbir şey değişmemişti. Aynı kahve, aynı sokak lambası, aynı köşe
başı…
Ama o değişmişti.
Ve bu kez hiçbir köşe başı onu kendine çağıramazdı.
Göz göze
geldi kuzenle. Uzaktan başlarını eğdiler birbirlerine. Konuşmadılar. Ama o
bakışta bir şey vardı:
“Ben çıktım oradan. Sen de çıkarsan, bil ki kapım açık.”
Hayatına
küçük bir işlikte başladı. Sabahları erken kalktı, elleriyle çalıştı. İlk
kazandığı parayı sakladı, değil harcamak; sadece bakmak için. “Helal paranın
kokusu başka” dedi bir gün, kendine sessizce.
Bazen
rüyalarında hâlâ o masa gelir. O gece. O gözler. O darbe.
Ama uyanınca gülümsüyor. Çünkü artık orada değil. Orada kalmadı.
Geçmişin
üstüne kalın bir sünger çekti. Ne inkar etti, ne unuttu.
Sadece... yeniden yazdı.
“Bazı
oyunlar kazanmakla bitmez. Bırakmakla başlar.”
Kamil Erbil
Yorumlar
Yorum Gönder