Omuzda Gazete, Elde Umut

 


Omuzda Gazete, Elde Umut

Gazeteyi sabah kapısında bulan yeni nesil bilmez…

Bir zamanlar gazete, evin kapısına değil, sokağın sesine emanet edilirdi.

Gençliğimizde gazeteye ulaşmak bugünkü gibi kolay değildi. Ne internet vardı, ne de sabahın ilk ışığında posta kutusuna bırakılmış gazete lüksü... Gazeteler, kalın karton ya da sert plastik levhaların içine sıkıştırılır, üzerine butomar dedikleri sağlam bir kayış geçirilip omza asılır, sonra da o yükle sokak sokak dolaşılırdı.

Gazetecilik, o yıllarda gazete yazarak değil, gazete taşıyarak başlardı.

Sokakları arşınlayan çocuklar bir yandan yürür, bir yandan da mahalleyi uyandıran o ezgili sesi yankılatırdı:

“Hürriyet! Milliyet! Akşam!..”

Evler uyanırdı bu sesle.

Camlar aralanır, anneler mendile sarılı bozuk parayı aşağıya sarkıtır, çocuklar ayakkabılarını ters giyip merdivenlerden koşa koşa iniverirdi. Mahalleye haber gelmişti çünkü.

Ve gazete sadece haber değildi o zaman; memleketin nabzı, dünyanın sesi, kiminin düşü, kiminin korkusu o sarımtırak kâğıtların arasındaydı.

Kolay da bulunmazdı hani.

Çoğu zaman gazeteyi ancak öğle saatlerinde okuyabilirdik.

Çay ocaklarında, kahvehanelerde ya da bir kaldırım taşının üstünde açılırdı sayfalar. İlk mürekkep kokusu burun deliklerinden içeri değil, doğrudan yüreğe işlerdi.

Benim hafızamda en çok yer eden şeylerden biri de fiyatıydı.

10 kuruş… Bazen 15…

O parayı denkleştirmek bile mesele olurdu.

Ama gazeteye ulaşmak, hayata biraz daha yaklaşmak demekti.

Ve o çocuklar...

Kimi okul çıkışı satardı gazeteyi, kimi okula hiç gidememişti zaten.

Bazısı sabah gazetecilik yapar, akşam ayakkabı boyardı.

Kimi sessizdi, kimi çok konuşurdu. Ama hepsinin omzundaki yük yalnızca gazete değil, aynı zamanda hayatın ta kendisiydi.

Bizim mahallede Hasan vardı mesela.

Cılız bir çocuktu ama sesinde öyle bir direnç olurdu ki…

"Hüüürrriyettt!"

diye bağırdığında, sanki sadece gazete değil, bir umut yayılırdı havaya.

Üzerinde hep aynı palto, burnu delinmiş bir ayakkabı… Ama içinde yanan bir hayat vardı.

Sonra bir sabah sesi gelmedi.

Sokak sessiz kaldı.

Belki başka bir semte gitti, belki bir iş buldu. Belki de hayat, elinden tuttu bir yere götürdü.

Ama biz o gün anladık ki, bir gazete satıcısının yokluğu bile bir mahallenin sesini eksiltmeye yeterdi.

Şimdi pencereden baktığımda her şey sessiz.

Kimse “Akşam!” diye bağırmıyor.

Haberler ekranlardan kayıyor, parmak ucuyla geçiliyor.

Ne mürekkep kokusu kaldı, ne camdan uzatılan mendilli para, ne de sabahın ilk sesi…

Ama biliyorum, o sesi bir yerlerde hâlâ duyuyorum.

Gözümü kapadığımda bir çocuk sesi çalınıyor kulağıma:

“Gaaazeteeeee!”

Sonra arkasından yankılanıyor eski bir ezgi gibi:

“Hürriyet!.. Milliyet!.. Akşam!.."

Belki de hayatın en gerçek manşetleri, o çocukların gözlerindeydi.

En sıcak haber, sokak sokak yürüyen o yorgun ama umut dolu ayak seslerindeydi.

Şimdi hepsi uzak…

Ama içimde hâlâ yürüyorlar.

Omuzlarında gazete, ellerinde sabır, yüreklerinde umut.

Kamil Erbil



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AYAKKABI BOYACISI

Tadı Kalmadı

OTUR.. SIFIR...