Geçmişin Silik İzleri
Geçmişin Silik İzleri
Kamil ERBİL
Hayatımın en sade, ama en derin öğrenim yıllarında, adıyla değil sözüyle hatırlanan bir hocamız vardı: Necati Hoca. Yaşanmışlıklarla örülmüş bir belleği, psikolojiye olan hâkimiyeti ve sanki zamanın içinden süzülüp gelmiş o ağırbaşlı hâliyle, sıradan bir öğretmen değil; bir yol gösterici, bir iç ses gibiydi.
Bazı boş geçen derslerimize girerdi. Ama o dersler asla boş geçmezdi. Çünkü Necati Hoca bize hayatı anlatırdı. Kimi zaman kendi yaşadıklarını, kimi zaman bizim başımıza gelenleri merkeze alır, bize yaşamın kıvrımlarını, acının gizli hediyelerini, insanın kalbinde saklı kalan izleri anlatırdı.
Bir gün, sınıfta otururken, daha önce bir öğrencisinin kendisine anlattığı bir hikâyeyi —isim vermeden— bizlerle paylaşmak istedi.
“Konuşmamız gereken bir mesele var çocuklar,” dedi. “Aşk meselesi... Hem de gençlikten gelen bir tür.”
Bahsettiği öğrenci, bir kıza âşık olmuştu. Karşılıklıydı bu sevgi. Ama zamanla, o büyük tutku, yerini hüzne bırakmıştı. Ayrılmışlardı. Çocuk unutamamış. “Hayatım boyunca kimseyle birlikte olamam, evlenemem,” demişti hocaya.
Necati Hoca bir süre sessiz kaldı. Gözleri pencereden dışarı, uzak bir noktaya odaklandı. Sonra, içten bir sesle konuşmaya başladı:
“Gençliğimde ben de bir hanımı sevmiştim... Öylesine çok seviyordum ki, sanki bu dünyada bir o, bir de ben vardık. Tüm dünya susar, biz konuşurduk. Biz susarsak, kuşlar başlardı ötmeye.”
Aynı fakültedeydiler. Mezun olduktan sonra evlenmeyi planlamışlardı. Aileler biliyor, destekliyordu. Ancak bir gün mektuplar kesildi. Ne ses, ne haber. O dönem mektup vardı, telefon zor ve pahalıydı. Ulaşamıyordu. Ta ki bir gün, eline bir mektup geçene kadar.
Mektupta, o genç kadın çocukluk arkadaşıyla —biraz da ailesinin etkisiyle— evleneceğini, Amerika’ya gideceğini yazmıştı.
“Unut beni,” diyordu.
“O an,” dedi Necati Hoca, “başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Her şey bitti sandım. Ben de bir daha kimseyle evlenmem dedim. Ama hayat öyle bir şey değil.”
Yıllar geçmiş. Ailesinin ısrarlarıyla tanımadığı ama saygı duyduğu bir kadınla evlenmiş. Görücü usulüydü. Ve zamanla ona alışmış, bağlanmış.
Sonra bir gün, Taksim’de yürürken onu gördüğünü sandı. “Yok canım,” deyip yoluna devam etti. Ta ki o seslenene kadar. Gerçekten oydu.
Bir pastanede oturup konuştular. Kadın, eşinden boşanmış, Amerika’ya dönmeden önce Türkiye’ye gelmişti. Anlattıkça, anlatılar çoğaldıkça Necati Hoca’nın içindeki resim yavaş yavaş silinmeye başladı.
“Bu, benim hatıralarımdaki kadın değildi,” dedi.
“Onu bir daha görsem, hayatım değişir sanırdım. Ama o konuşurken fark ettim: Hatıralar gerçekte yaşayan kişiler değil. Bizim içimizdeki duygulardır. O an, içimdeki cam kırıldı. Tüm anılar dağıldı ve içim hafifledi.”
Pastaneden çıkıp eve gitti. Karısı kapıyı açtı. Hiçbir şey demeden, boynuna sarıldı ve uzun uzun öptü.
“Niye yaptım bilmiyorum. Belki de bir teşekkürdü… Belki özür…”
Sonra bize döndü. Gözlerini pencereden çekti. Hafifçe gülümsedi:
“Çocuklar… Bu işler tıpkı çocukken kırılan bir oyuncak gibidir. O an dünyamız yıkılır. Ama sonra başka bir oyuncak gelince, eskisinin değeri kalmaz. Zaman geçtikçe, insanlar değişir. Görüşler değişir. Hayata bakış değişir. Ve bir gün gelir, geriye dönüp ‘Zaten böyle olmalıydı’ deriz. Ama o güne kadar neden böyle diyemediğimize şaşar kalırız.”
Sınıfta derin bir sessizlik oldu. Son cümlesi hâlâ kulaklarımda çınlıyor:
“Yaşam geniştir çocuklar. Bizler darız. Önündeki ağacı gör ama ardındaki ormanı da fark et. Hatıralar yaşandığı anda güzeldir. Bugün ise başka bir andır. O hâlde bugünü de bugünün ruhuyla yaşamak gerek.”
Ve son olarak ekledi:
“Toprakta yeşerecek bir tohum yoksa, güneşin de, suyun da faydası yoktur.”
Necati Hoca…
Hayata bakışı, sözleri ve suskunluklarıyla bize hayatın kendisini öğreten adam.
Allah rahmet eylesin.
Nur içinde yat hocam.
Toprağın bol olsun…
Kamil Erbil
Yorumlar
Yorum Gönder