Zincir Boğazına Vuruldu

 Üç erkek ve üç kız kardeşin en küçüğüydü. Ablaları annelerine yardım eder, abileri sokaklarda koştururken o, hep onların arasında kalmıştı. Kız olmasına rağmen misket oynamış, mahalle kavgalarına karışmış, ağaçlara tırmanıp dizlerini kanatmıştı. Elbiseleri sık sık yırtılır, annesi söylenirdi:

— Kız kısmı böyle mi olur? Azıcık otur evinde!

Ama o dinlemezdi. Hayata kendi yolundan bakıyordu. Ona göre kural belliydi: Erkek gibi davranırsan ayakta kalırsın.

Yıllar geçti. Çocukluk yerini genç kızlığa bırakırken yüreğinde ilk kez başka bir duygu filizlendi: Aşk. Mahalleden bir delikanlıya tutulmuştu. Önce gururuna yediremedi, “Ben mi âşık olacağım?” dedi kendi kendine. Ama hisler gizlenemezdi. Zamanla bakışlar sözlere, sözler mektuplara dönüştü. Her satırda kalbi titriyor, her adımda hayalleri büyüyordu.

Bir gün, bütün cesaretlerini toplayıp kaçmaya kalktılar. Daha on sekizine üç ay vardı. Kısa sürede yakalanıp ailesine teslim edildi. O gün evde kıyamet koptu. Annesi ağladı, babası öfkesinden konuşamadı. Ama o kararından dönmedi. “On sekizim dolsun, yine gideceğim,” dedi içinden.

Nitekim öyle oldu. Gün gelip de yaşı tamamlandığında bu kez iz bırakmadan gitti. İstanbul’a vardılar. Artık kimse onları ayıramazdı. O, ailesini değil sevdiğini seçmişti. Ve ardına bakmadı.

Başlarda her şey toz pembe görünüyordu. Güney sahillerinde denize bakan bir otel odasında günler geçirdiler. Geceleri yıldızların altında hayaller kurdular. “Kimse bize karışamaz,” diyordu delikanlı. O da bütün kalbiyle inanıyordu.

Fakat sabahların biri kâbusla geldi. Gözlerini tanımadığı adamların arasında açtı. Yanında sandığı kişi çoktan gitmişti. Korkuyla etrafa bakındı, kapı kapalıydı.

— Sevdiğin seni bize sattı, dediler.

Söz beyninde çınladı. Önce inanmak istemedi. “O yapmaz!” diye haykırdı. Ama her itirazı bir tokatla, her çırpınışı bir yumrukla bastırıldı. Çığlıklarını susturmak için iğne vurdular. Bedenini ağırlaştıran, ruhunu uyuşturan o morfin iğnesi… O gün zincir boğazına vuruldu.

Zamanla bağımlı oldu. Ne gerçek acısını, ne de ailesine duyduğu özlemi tam hissedebiliyordu artık. Loş ışıklı pavyonlarda, yabancı yüzlerin arasında bir “kadın” olarak yaşamaya başladı. Vesikalıydı. Her gece görevi müşteriyi sarhoş etmek, kendini unutturmaktı.

Her geçen gün başka bir pavyon, başka bir adam… Kucaktan kucağa, mekândan mekâna savruldu. Aynalara baktığında gördüğü yüzü tanıyamıyordu. Adı hâlâ oydu, ama ruhu çoktan gömülmüştü.

Yıllar sonra, İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde, harap bir batakhanede tanıdıklara rastladı. Onu tanıdılar, ailesine haber verdiler. Ailesi koşarak geldi. Gözlerinde umut, yüreklerinde kırık bir sevinç vardı. “Kızımızı bulduk” dediler.

Ama kapıda başka bir hakikat bekliyordu: Mekân sahibinin önlerine koyduğu borç senedi.

— Bu olmadan çıkamaz, dedi.

Senet ağırdı, ama kızlarının taşıdığı yük ondan da ağırdı. Ne kadarını ödediler bilinmez. Mekân sahibi onun bitmiş hâlini görünce, kalan parayı da alıp serbest bıraktı.

Artık özgürdü. Ama yaşadığı hayattan geriye kurtarabildiği tek şey... bir mezardı.

Onu bu karanlığa sürükleyen adam ise çoktan ölmüştü. Bir barda çıkan kavgada bıçaklanmış, cansız bedeni sokağa bırakılmıştı. Kadın ise şimdi bir mezar taşının ardında, sessiz bir çığlık gibi uyuyordu.

Kardeşi mezarının başında Fatiha okudu. Sonra gözlerini toprağa dikti. Sesinde titrek bir acı vardı:

“Canım kardeşim… Çok çektin. Ama hiç olmazsa bir mezarın oldu.”

Yağmur birden hızlandı. O mezarlıktan çıkarken gökyüzü bile onunla birlikte ağlıyordu.

Kamil Erbil


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AYAKKABI BOYACISI

OTUR.. SIFIR...

Tadı Kalmadı