Son Ders
Son Ders
Hayatta bazı anlar vardır ki, insan ne zaman karşılaşacağını bilmediği bir
geçmişle, en beklenmedik anda yeniden göz göze gelir. Kalbinin bir köşesinde
usulca sakladığı isimler, bir gün hiç ummadığı bir kapının ardında yeniden ses
bulur.
1950’li yılların ikinci yarısıydı. İlkokul sıralarında tanıştığım, kalbimde
derin bir iz bırakan öğretmenimin adı Tahire Bandırmalıoğlu’ydu. Zarif bir
hanımefendiydi. Sınıfta bağırdığını duyan olmamıştır, en azından ben hiç
duymadım. Sevecenliği, gözlerinin içindeki şefkatle tamamlanırdı. Bir çocuğun
hayatında “öğretmen” kelimesi ne kadar sıcak bir yer tutabilirse, o kadar yer
tutmuştu bende.
Derslerde ilmek açmayı, düğme dikmeyi, yamayı, yırtığı öğrettiğinde, biz
erkek çocukları gülerdik: “Ama öğretmenim, biz erkeğiz, bunlar bize lazım olmaz
ki!”
Gülümserdi. “Oğlum, lazım olmaz demeyin. Bir gün yalnız kalırsanız, bunlar da
size lazım olur.”
O gün bize basit gelen bu cümle, yıllar sonra hem yatılı okulda hem asker
ocağında sarıldığım ilk nasihat oldu.
Sadece iğneyle ipliği değil, inancı da öğretirdi. Namaz nasıl kılınır,
rükûda ve secdede ne okunur... Sınıftan bilen birini çıkarır, ona kılgıyla
gösterdirirdi. Sanki ders değil, hayatın kendisiydi öğrettiği.
Yıllar su gibi aktı. Çocukluk defterlerinin yerine resmi evraklar geçti.
Askerliğimi tamamladıktan sonra Bursa’da memuriyete başladım. Tahsilat
işleriyle uğraşıyordum, bazen de haciz işlemleri yapmam gerekiyordu. Elimdeki
evraklarla kapı kapı dolaşır, aradığım kişiyi bulmak için apartmanların
merdivenlerini defalarca çıkdığım olurdu.
Yine öyle bir gündü. 1973 ya da 74 yılı olmalı. Elimdeki evrakta yazan
ismin peşine düşmüş, Çelik Palas Oteli’nin hemen batısında bir apartmana
girmiştim. Zil isimleriyle uyuşan bir daire yoktu. Alışkınım ya, tek tek
katları dolaşmaya başladım. Her katta birkaç kapıya çalıp, kibarca aradığım
kişiyi soruyordum. Genelde "Tanımıyorum," deyip kapatırlardı.
Bir kapı açıldı. Karşımda bir anda tanıdık bir yüz…
Gözlerim hafifçe irkildi, içimde bir kıpırtı…
Evet, oydu. Yıllar öncesinden hafızamda kalan o papyon kravatlı, sevecen ama
ciddi bakışlı adam. Öğretmenimiz Tahire Bandırmalıoğlu’nun eşi, hâkim beydi
karşımda. Bir anlık sessizlik çöktü. Dilim tutuldu sanki. Zaman bir anlığına
eski sınıfımızın tahtasına çivilenmiş gibi durdu.
Kendimi toparladım, resmi görevimi belirttim. Elimdeki ismi sordum.
“Tanımıyorum,” dedi. Ama gözleri bir başka şey söylüyordu. Kapıyı kapatmak
üzereydi ki, yutkuna yutkuna sordum:
“Affedersiniz... Siz Tahire Bandırmalıoğlu Hanımefendi’nin eşi değil misiniz?”
Şaşırdı. “Evet,” dedi.
“Eşiniz benim ilkokul öğretmenimdi,” dedim.
Gülümsedi, ama gülüşü buruk bir yorgunluk taşıyordu.
“Yaa... Öyle mi?” diye mırıldandı.
Gözlerinde hüzün vardı. Söylemeden edemedim:
“Öğretmenim hâlâ yaşıyor mu?”
Gözleri boşluğa kaydı. Uzun bir suskunluktan sonra, “Yaşıyor,” dedi.
“Görebilir miyim?” dedim ürkekçe.
Cevabı bir bıçak gibi saplandı:
“Öğretmenin şu an içeride... Çok ağır hasta. Doktoru başucunda... Galiba son
nefesini vermek üzere...”
Sözler boğazımda düğümlendi.
“Selâmımı iletir misiniz? Ben öğrencisi olduğumu söyledim mi, belki bir
tebessüm olur yüzünde...”
Başını hafifçe salladı.
“Elbette... İletirim,” dedi. Ve kapıyı, bir vedanın sessizliğiyle yavaşça
kapattı.
O an ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Merdivenlerde karanlıkta oturup
kaldım. Kalbimde çocukluk anılarıyla birlikte ağır bir boşluk çöktü üzerime.
Sonra kalktım. Hiçbir başka işe bakmadan, doğrudan evime gittim.
Aradan yıllar geçti. Ama içimde o gün kapının ardında duran öğretmenimin
silueti hiç silinmedi.
İçimde kalan son ders, belki de o gün öğrenilendi:
Bir insanı hayattayken hatırlamak, bir dua ile yâd etmek kadar kıymetliymiş.
Allah (cc) gani gani rahmet eylesin.
Mekânı cennet olsun.
Nur içinde yat, Tahire Bandırmalıoğlu hocam...
– Kamil Erbil
 
Yorumlar
Yorum Gönder