Aşığım Abi, Aşık!

 

Aşığım Abi, Aşık!
 

Bir gün odamın kapısı çalındı. İçeri giren memur, gözlerini kaçırarak,

— Abi, şu bizim çocuk var ya… dedi.
— Eeee?
— Devamlı dalıyor. Elinden iş çıkmıyor.
— Sebep?
— Valla bilmiyorum, bir şey de demiyor.

Yanlız kaldığımda memurlarla abi-kardeş gibi konuşurum. Hemen dedim ki:
— Çağır gelsin.

Az sonra geldi. Masasında oturmuş, çenesini eline dayamış camdan dışarı bakıyordu. Arada bir gülümsüyor, sonra da etrafına bakıp kimse gördü mü diye kontrol ediyordu. Çok iyi bir çocuktu aslında. Şakacı, hayat görmüş, insan tanımış, dobra biriydi. Feleğin çemberinden geçmişti belli.

— Gel, otur oğlum, dedim koltuğu göstererek.
— Abi ben…
— Otur otur, rahat ol.

Çay söyledim, kapıyı kapadım, karşısına geçtim.

— Hayırdır, neyin var?

Kafasını eğdi. Kızarıyor, terliyor…

— Yok abi bir şey…
— Oğlum, yoksa niye hastalıklı tavuk gibi düşünüyorsun?
— Sana öyle gelmiştir abi…
— Vardır bir şey! Hadi anlat.

Birden ayağa fırladı. Ceketinin düğmelerini açtı, kravata asıldı, göğsüne vura vura bağırdı:

— Aşığım abi! Aşık be!

Donup kaldım. Dünyayı tiye alan bu adam… Aşık mı?

— Otur, otur hele. Ne oldu, anlat bakalım.

Başladı:

— Deniz kenarında bir çay bahçesinde oturuyorum. Canım sıkkın. Bir çay söyledim, etrafı kesiyorum… Sağa döndüm, baktım bir hanım… Abi gözlükler CIA ajanı gibi… Bir çay içişi var, parmaklar vals yapıyor sanki!

Gözlerini kıstı, dudaklarını bükerek devam etti:

— Sağ eliyle bardağı tutarken serçe parmak havada! Vallahi çayı unuttum, kadına kilitlendim. Gözlüklerin arkasından kesin beni kesiyordu.

Derin bir iç çekti:

— Garsona "Borcum ne kadar?" deyişi… Çantasından cüzdanı çıkarışı… Abi o an onun elindeki para olmak istedim!

Sonra kafasını salladı:

— Masamın yanından geçti, gözlüklerin ardından bir baktı… Gidişi var ya abi, yeminle kırmızı halıda yürür gibiydi. İncecik topuklu ayakkabılar, lacivert etek-ceket, beyaz dantelli bluz… Abi, o gözler, o saçlar… Afrodit yanında gece lambası kalır!

Gözleri parlıyordu, sesi titriyordu:

— O an kalktım, peşinden gidecektim… Ama…
— Ama?
— Abi… Adını sormayı unuttum.

Bir anlık sessizlik… Gözlerim faltaşı gibi açıldı.

— Yok ya!
— Vallahi bak, bir daha ne zaman rüyama girer ki?

Masamdan kalktım, sırtımı yasladım. Derin bir nefes aldım.
— Oğlum, kimse aşık olmanın bu kadar zor olduğunu söylemedi, dedim.

Çünkü aşk, bazen tanımadığın birinin gözlüğünün ardında seni izlerken, bazen de masumane bir “borcum ne kadar” sorusunda gizlidir. Her şey böyle aniden başlar, ardından bir çılgınlıkla biter. İçimi çekip, ona doğru döndüm.
— Gel, hadi bir çay içelim, dedim.
— Ne yapacağım ben şimdi, abi?
— Ne yapacaksın? Git sor, adını. Bir dahaki sefere zaten ona aşık olursun. Hem belki bir şansı da vardır, kim bilir?

O, gözlerindeki kaybolmuşluğu ve belirsizliğiyle gülümsedi.
— Belki, dedi.

Ve o kadar derin bir sessizlik oldu ki, onunla bu kadar kısa bir zaman geçirecek ve her şeyin en başından başlayacak bir dostluğu yeni kuracağımı bilmem bile beni rahatlattı.

Sonra kapıyı açtı, arkasına bakmadan çıktı. Bir daha asla görüşmeyeceğimizi düşündüm, ama ne de olsa herkesin bir yolu vardır. Ve memurun yolu da bazen bu tür “adını soramayan aşklarla” doludur.

Kamil Erbil

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AYAKKABI BOYACISI

OTUR.. SIFIR...

Tadı Kalmadı