BAYTAR -1
BAYTAR -1
Rivayete
göre köy, dere kenarına kurulan bir çiftlik ve müştemilatıyla başlamış; zamanla
burada çalışanların ve dışarıdan gelip yerleşenlerin artmasıyla köye
dönüşmüştü.
Kuzeyde ise
“Bayır” diye bilinen kısa bir dağ uzanırdı. Yaz geldi mi kekik kokusu sarardı
her yanı, tarlalarda kırmızı laleler açardı. Bayırın ardında Hacıömer ile
Osmaniye köyleri bulunurdu.
Yaz
aylarında, köyün gençleri kendi elleriyle tahtadan arabalar yapardı. Yuvarlak
ağaç parçalarından tekerlekler kesilir, ortalarına delikler açılırdı. Arabanın
arka kısmına sabit bir dingil geçirilir, tekerlekler enserilerle sabitlenirdi. Ön
taraf, oturulacak yerden kırk santim uzunluğunda bir "ok"la uzatılır,
bu okun ucuna da döner bir dingil ve iki tekerlek yerleştirilirdi. Direksiyon
görevi gören ön dingile ayaklarla yön verilirdi. Tekerlekler, ağızda çiğnenen
çev izler ile yağlanırdı ki hızlı gitsin.
Kışları ise
köyün gençleri kızaklarla ya da altına ne buldularsa onunla bayırdan aşağı
kayarak geç vakitlere kadar eğlenirdi.
Köyde pek
adli vaka olmazdı. Herkes birbirine saygılıydı. Olursa da muhtar meseleyi
tatlıya bağlardı.
Gün ikindiye
yaklaşmış, harman sıcağı iyiden iyiye bastırmıştı. Yaşlı adam, akasya ağacının
gölgesindeki masaya oturdu. Cebinden çıkardığı büyük mendili bir kez salladıktan
sonra yüzünü, ensesini sildi, sonra da kuruması için önündeki sandalyenin
arkasına astı.
— Baytar
amca, işini erken bitirmişsin...
Başını
çevirince kahveci çırağını gördü.
— Öyle oldu
yeğenim. Harman azdı, bitirdim. Akşamüstü rüzgar çıkarsa savururum. Hem onu
beklerim hem de bir yorgunluk çayı içerim diye geldim ama... Ortalık çok sıcak.
— Dedik ya
yiğenim, harman sıcağı...
— Öyle dayı,
ama bu da lazım.
— Hayırlısı.
—
Hayırlısı... Ne verelim dayı?
— Çayın taze
mi?
— Taze ya...
— Hadi
madem, şöyle bir tavşan kanı ver de yorgunluğumuzu alalım.
Yaşlı adam
mendili tekrar alıp terleyen yüzünü sildi, sonra mendili ensesine koyup iki
ucunu boynuna hafifçe bağladı.
— Buyur
baytar dayı, çayın.
— Eyvallah
yiğenim.
Şeker
tabağından aldığı sert kesme şekeri ağzında kırtladı, kalan yarısını çaya attı,
karıştırırken kendi kendine söylendi:
— Bu zamanda
şeker bulmak da dert oldu. Köylü bulursa mevlüt şekeri kullanıyor, bulamazsa
kuru üzüm... Ebe hanımda bulunurdu eksik ne varsa. Sağ olsun, lazım olduğunda
bize de verir.
Çayından bir
yudum aldı, gözlerini kapatıp derin bir nefes verdi.
— Ohhh...
Tazeymiş. Bu yorgunluğun üstüne değdi hani...
— Kıbrıs
buhranı vardı ya, hükümet gaz yağını, şekeri, hatta ekmeği bile karneye
bağlamıştı...
— Baytar
amca, tazeleyeyim mi?
— Tazeleyiver
evlat... Haa, bu defa şeker koyma emi...
Çayını
bitirdiği sırada ikindi ezanı okunmaya başladı. Mendille yüzünü sildikten sonra
mendili omzuna astı. Masadan kalktı.
— Aptest
alıp hocanın davetine icabet edelim.
Kahve
kapısındaki garsona döndü:
— Yiğenim,
eline sağlık. Ciziktiriver, nasipse...
— Ayıp ettin
baytar amca, emrin başım üstüne...
—
Estağfurullah yiğenim... Allah kabul etsin.
— Amiiin
dayı, amin...
Harman
yerine vardığında karısı harmanı sığırgaçla toplamış, yabayla savrulması
kalmıştı. Yaşlı adam, çardağın altında setresini ve mintanını çıkarıp yabayı
eline aldı.
— Namazını
kıldın mı?
— He ya...
Kıldım kıldım...
— Allah
kabul etsin.
— Amin,
amin... Rüzgâr da iyi maşallah.
— Hadi kolay
gelsin sana. Ben çuvallara bakayım, az sonra lazım olacak nasılsa.
Savurma işi
bitince buğdayı ve samanı ayrı ayrı öbek etti.
— Hatun,
çuvalları getir de dolduralım.
Çuvallar
dolmuş, harman yerinde rüzgâr hafiflemişti. Gökyüzü, sarıdan kızıla dönmüş,
uzak dağların üstü duman gibi pusla örtülmüştü. Yaşlı adam, bir an durup
etrafına baktı. Ellerini beline koydu, yavaşça derin bir nefes aldı. Burnuna
saman kokusu, uzaktan gelen koyun sesleri ve toprağın kendine has sıcak kokusu
doldu.
İçinden
“Bahar gibi kokuyor akşam…” diye geçirdi.
Karısı,
başındaki yazmayı düzeltti.
— İstersen
içeri geç de ellerini yüzünü yıka. Ben çuvalları buraya çekerim.
— He ya… Şu
işi de bitirdik çok şükür. Bereketli olsun.
— Amin.
Yavaşça
çardağın yanındaki leğene gitti, ellerini soğuk suyla yıkadı. Aynadaki
yansımasına baktı; alnındaki çizgiler, yılların iziydi. Ama gözlerinin içindeki
o eski telaş, yerini bir dinginliğe bırakmıştı artık. Kaşının kenarında ufak
bir yara izi vardı. Zamanında bir danayı tedavi ederken çifte yemişti. O
zamanlar gençti. Cesurdu. İnadına her işin ucundan tutardı.
Sonra
düşündü... O yıllar, köyde daha çok hayvan vardı. Her evin bir ineği, bir
tavuğu, bir köpeği olurdu. Baytar deyince herkes ona gelir, kimi gece yarısı
bile kapısını çalardı. O da kırılmazdı kimseye. “Can cana emanet” derdi.
Bir ara,
şehirden bir teklif almıştı. İlçeye taşınmak istemişlerdi. Kazancıda artacak, yükü
hafifleyecekti. Ama o kalmayı seçmişti. “Ben bu toprağın, bu derenin, bu
bayırın adamıyım” demişti içinden. Hem köylü ona "baytar" değil,
“baytar amca” derdi. O sıfat, paradan  da, rütbeden de büyüktü.
Gözlerini
kapatıp Kocasu’nun sesiyle baş başa kaldı. Sanki dere konuşuyordu, sanki suyun
içinden çocuk kahkahaları geliyordu. Oğlunu düşündü. Küçükken dereye girmeyi
çok severdi. Ta ki… Ta ki o hastalık çıkana kadar.
— Baytar ,
yemek hazır… Soğutmayalım, hadi gel…
Karısının
sesiyle kendine geldi. Başını eğdi, iç geçirdi.
— Geliyorum
hatun... Geliyorum...
Çardağın
önünden geçerken mendilini aldı, ensesinden çözüp buruşturdu. Ve akşam ezanı, o
sırada köyün camiinden hafifçe yankılandı. Ses, gökyüzünün kızılına karıştı. O
an bir kez daha anladı: Her şeyin bir vakti, her yükün bir karşılığı vardı.
Ama bazı
eksiklikler… Sessizce yerinde kalırdı. Tıpkı bir dere kenarında bekleyen taş
gibi.
O gece
yemeği erkenden yediler. Karısı, pazı kavurmuştu, yanına da mercimekli bulgur
pilavı. Sofrada bir sessizlik vardı ama bu sessizlik alışılmıştı artık.
Kırgınlıktan değil, çok şey görüp geçirmişliğin sessizliği. Karısı, kaşığını
bıraktığında:
— Bugün gene
gözlerinde bir hüzün vardı. Ne var aklında?
diye sordu,
gözlerini kaçırmadan.
Baytar,
biraz düşündü. Sonra başını önüne eğdi.
— Rüya
gördüm bu gece... Hani bizim Ali var ya... Onu gördüm. Küçücüktü yine. Derenin
kenarında, o ağacın altında bana sesleniyordu. “Baba gel, bak, su buz gibi,”
diyordu.
Kadın başını
önüne eğdi. Uzun zamandır oğullarının adını bile ağızlarına almıyorlardı. O
hastalık, o kış, o yalnızlık... Sanki aralarından bir parça değil, kendileri
kopmuştu da geriye kabuk kalmıştı.
— Oğlumuz
yüzmeyi çok severdi… dedi kadın, yavaşça. Sonra sustu.
Baytar,
kaşığını tabağın kenarına bıraktı. Dışarıda kurbağalar ötmeye başlamıştı. Gece
derinleşiyor, köy sessizleşiyordu. Ama içi içini kemiriyordu onun. Hep bir
suçluluk, hep bir keşke...
O gün
doktora daha erken götürse miydi? Yoksa şehre mi taşınmalıydı? Belki de o sıtma
sandığı şey başka bir şeydi. Ama neye yarar şimdi bu sorular…?
“Bir baytar,
başkasının canını kurtarır da kendi oğlunu elinden kaçırır mı?” diye geçirdi içinden. İçten içe
hâlâ affetmemişti kendini.
Ertesi gün,
sabah erkenden kalktı. Elini yüzünü yıkayıp tarlasına gitmeden önce uğraması
gereken bir yer vardı. Elindeki küçük çuvalı omzuna attı, yavaş adımlarla
Bayır’a doğru yürüdü. Kocasu’nun kenarına gelince durdu. Derenin kenarındaki
büyük söğüt ağacının altına oturdu. Ali’nin her yaz koşa koşa geldiği,
saatlerce suya taş attığı yerdi burası.
Cebinden
oğlunun eski, solmuş bir fotoğrafını çıkardı. Tohum gibi saklıyordu onu
yıllardır. Fotoğrafa baktı, yüzüne bir damla yaş süzüldü.
— Seni
unuttuğumu sanma. Her sabah ilk seni düşünüyorum. Derenin sesi, senin sesin
gibi geliyor kulağıma. Her taşın altında adını duyarım. Ama kabullendim artık.
Kalan ömrüm, bir dua gibi geçsin istiyorum. Şimdi senin için, bu suyun
kıyısında bir yudum umut içeceğim.
Fotoğrafı
dikkatlice katlayıp cebine koydu. Sonra çuvalı açtı. İçinde küçük bir fidan
vardı. Kendi elleriyle büyüttüğü bir ceviz fidanı. Fidanı derenin kenarına
dikti. Toprağı eliyle bastırırken bir dua mırıldandı:
— Bu ağaç
büyüsün Ali. Senin yerine kök salsın. Rüzgarla konuşsun, suyla oynasın. Belki
bir gün bir çocuk gelir, bu gölgenin altında uyur. Senin gibi.
Köye
dönerken yüzü yorgundu ama içi sakindi. Karısı onu avluda karşıladı.
— Bayırdan
mı geldin?
Başını eğdi.
— Gittim
ya... Ali’nin yerine bir ceviz diktim.
Kadın
gözlerini kaçırdı. Sonra sadece "iyi etmişsin" dedi. O gece ilk defa
yıllar sonra birlikte sessizce oturdular. Ne bir hüzün, ne de bir konuşma...
Sadece paylaşılan aynı acının, aynı özlemin dinginliği vardı aralarında.
Baytar,
ceviz fidanını diktiği sabahın ertesi günü yine erkenden kalktı. Gözü, kahvenin
önündeki yola takıldı. Uzakta bir minibüs durmuştu. Toz kalkmış, ayakta biri
görünmüştü. Gölgesi uzun, gövdesi tanıdık…
Yaklaştıkça
kalbi hızlandı. Eğilip elini gözlerine siper etti.
— Bu
bizim... bizim... Hüseyin mi?
Yanılmamıştı.
Gelen büyük oğluydu. Yıllardır ne bir bayramda uğramıştı, ne de bir selam
göndermişti. Kardeşinin ölümünden sonra yaşanan o sessiz, soğuk ayrılık... Ne o
barışmak istemişti, ne de baytar adım atmıştı.
Ama şimdi
karşısındaydı işte. Elinde küçük bir valiz, sırtında biraz gurur, yüzünde buruk
bir pişmanlık vardı.
— Baba...
Baytar
birkaç saniye hiç konuşmadı. Sonra sadece şunu dedi:
— Hoş geldin
Hüseyin.
İçinden
fırtınalar kopsa da sesi sakindi. Hüseyin başını eğdi, ayakkabısının ucuna
baktı.
—
Hatalıydım… Biliyorum. Ama çok özledim. Evi, annemi, seni…
— Ev
yerinde. Annen içeride. Ben de buradayım. Sen neredeydin?
Bu soru,
içinde yılların yükünü taşıyordu. Ama cevap beklemedi. Eliyle avlu kapısını
gösterdi:
— Hadi gir
içeri. Çay sıcak, annen erkenden kalktı, börek yaptı. Sahi… Nereden esti
gelmek?
Hüseyin
mahcup bir gülümsemeyle:
— Kardeşim
haber verdi. İnegöl’e tayinim çıktığını öğrenmiş. “Yakınsın artık, belki köye
de uğrarsın,” dedi. Ben de... içim elvermedi dönmemeye.
Tam o
sırada, avlunun öbür tarafından annesi çıktı. Elindeki hamur bulaşıklarını
silerken oğlunu görünce dondu kaldı. Ellerinden tabak düştü, sesi çıkmadı.
— Ana...
Kadın
koşmadı. Ağlamadı da. Sadece yavaşça yürüyüp oğlunun yanına geldi, ellerini
tuttu, gözlerine baktı.
— Senin
ellerin buz gibi olmuş. Üşümüşsün oğlum... İçeri gir de ısın biraz.
Akşam
olduğunda evin içi yıllar sonra ilk defa kalabalık hissettirdi. Baytar, oğluyla
yan yana oturdu. Çay bardakları dolup boşaldı. Aralarındaki suskunluk da yer
yer çözülmeye başladı.
— Kardeşin
de gelecek yakında. Okuldan izin almış. Görüşemediniz uzun zamandır.
— Biliyorum
baba. Bu sefer konuşacağız. Geçmiş ne kadar ağırsa da… hâlâ vakit var, değil
mi?
Baytar uzun
uzun oğlunun yüzüne baktı. Gözleri doldu. Elini oğlunun omzuna koydu.
— Vakit
varsa, umut da vardır Hüseyin. Toprak bile zamanı gelince açar göğsünü. İnsan
niye açmasın?
Baytar,
pazardan dönüyordu. Elinde karısının istediği nohut torbası, yüzünde her
zamanki yorgun ama huzurlu ifade vardı. İnegöl’ün sokakları her zamanki
gibiydi; sessiz, taş duvarlı, çınar gölgeli. Ama bugün bir gariplik vardı.
Oğulları, Hüseyin ve öğretmen Mehmet, ısrarla bu sokağa yönlendirmişti onu.
— Baba,
şuradan bir geçiver. Sana göstereceğimiz bir şey var.
— Nedir gene
bu işin ucu? Beni mi oyuna getiriyorsunuz?
Gülümsediler.
Sessizce ilerlediler. Sonra öğretmen Mehmet, önünde durdukları beyaz badanalı,
ahşap panjurlu evin kapısını anahtarla açtı.
— Geç baba…
Baytar önce
anlamadı. Ardından bir adım attı, evin taş eşiğinden içeri girdi. Girişteki
sedire baktı, mutfak kapısını araladı, tavandaki tavan göbeğine göz gezdirdi.
Her şey tertemiz, yepyeniydi. Sanki yıllardır bu evi tanıyordu.
— Ne iştir
bu?
Hüseyin
konuştu bu defa, sesi çatallıydı.
— Mehmet
tayin oldu ya buraya… Ev arıyordu. Ama senin de artık rahat etmeni istedik. Hem
bağdan bahçeden uzak, hem sağlık ocağına yakın. Beraber aldık bu evi. Haberin
olmasın diye de Mehmet üstüne aldı.
Baytar, hiç
konuşmadı. Kapı eşiğinde dikildi. Nefes aldı derin bir, sonra baktı ikisine de.
Gözleri hafifçe buğulandı.
— Demek ev
bizim ha? İki kardeş… baş başa verip babaya ev alıyorlar… Eh, vakit geldi
galiba. Toprak yoruldu, harman duruldu. Belki biraz gölgede dinlenme vaktidir
artık.
Kimse
konuşmadı. Mehmet, babasının yanına gelip elini tuttu.
— Dinlen
baba. Bundan sonra biz çalışırız.
Baytar
gözlerini kapatıp başını salladı.
— Yalnız...
şu çardağın altına bir asma çekeriz değil mi? Serin olurdu orası...
Hüseyin
gülümsedi.
— Çekmez
miyiz? Hem de kökünü sen dikersin.
Baytar sabah
erkenden kalktı. Karısı, bohçaya birkaç azık koymuş, yanına da termosla çay
almıştı. Bugün tarlaları bir kez daha görmek istiyordu. Belki son kez… Belki de
sadece içi öyle istiyordu, geçmişe dönüp bir selam vermek…
At arabasına
bindiler. Karşılıklı oturdular. Yol boyunca baytar konuşmadı pek, ama gözleri hep
dışardaydı. Buğday tarlasını geçerken hafifçe mırıldandı:
— Geçen sene
buğday iyi vermişti. Hatırlıyor musun? Geceleyin samanı beklerken yıldızlara
bakmıştık...
Karısı
başını salladı. Hafifçe gülümsedi:
— Hatırlamaz
mıyım… Sen hep yıldızlara bakarsın zaten. Ama bu sene daha çok baktın.
Tam o
sırada, önlerinde bir köpek fırladı. At, aniden şahlandı. Baytar dizginleri
tutmaya çalıştı ama bir anda teker taşın kenarına çarptı. Sarsıldılar. Karısı
çığlık attı. Baytar arabanın yanından düşerken tekerleğin altında kaldı.
Her şey bir
anda sustu. Sadece kuş sesleri kaldı geriye. Karısı diz çöküp yanına koştu.
Gözleri doluydu.
— Ah bey...
bir şey oldu mu? Bir şeyin kırıldı mı?
Baytar
yüzünü buruşturdu. Acısı vardı ama sesi sakindi:
— Birkaç
kemik... ama merak etme. Toprak gibi adamız ya biz, suyla yoğurulunca yine
tutarız...
Haber köye
ulaştı. Öğretmen Mehmet geldi, Hüseyin de koşarak yetişti. İki kardeş,
babalarının başında buluştular. Hüseyin eğildi, babasının elini tuttu:
— Baba… ben
pişmanım. Çok geç kaldım belki ama buradayım artık.
Baytar o an
başını çevirip iki oğluna da baktı.
— Geç değil.
Hiçbir tohum geç kalmaz, toprağa düştüğü gün başlar hayatı. Beni esas
iyileştiren... bu barış olacak.
Aylar geçti.
Baytar koltuk değneğiyle yürümeyi öğrendi. Bahçeye sandalye atıp torunlarını
izler oldu.
Baytar,
asmanın altındaki sandalyesinde, torunlarını izlerken şöyle der:
“İnsan, en
güzel toprağa düştüğünde değil; affettiğinde yeşerir...”
Kamil ERBİL
 
Yorumlar
Yorum Gönder