Dut Ağacının Gölgesinde
Dut Ağacının
Gölgesinde
Balkonun
kapısındaki eski sandalye, yıllar içinde birkaç kez tamir edilmişti, ama bir
türlü asıl eski parlaklığını bulamamıştı. Yaşlı kadın, sandalyesine yerleşirken
yavaşça derin bir nefes aldı. Dışarıda rüzgar hafifçe esiyor, dut ağacının
yaprakları arasında sesler çıkıyordu. Bir zamanlar o ağaç, oğlunun düşmesine,
iki bacağını kırmasına neden olmuştu. O anı hatırlamak bile onu hâlâ yüreğinden
yaralıyor, ama yıllar geçtikçe bu tür anılar da daha yumuşak, daha sabırlı hale
gelmişti.
Yaşlı adam,
elindeki bastonla ağacın altına doğru ilerlerken, derin bir sessizlik içinde
yürüyordu. Oğlunun yokluğu, zaman zaman içini daha da boşaltıyordu. Ancak, her
zamanki gibi, karısının varlığı ona biraz olsun huzur veriyordu. Birlikte
yıllar geçirmişlerdi. Birlikte yaşadıkları kayıpları, sevinçleri ve umutları
paylaşmışlardı. Ne kadar yaşlanırlarsa, birlikte geçirdikleri anlar da o kadar
değerli hale geliyordu.
Kadın,
elindeki mutfak havlusunu dikkatle katlarken, içinde olduğu sessizlikte bir şeyleri
anlamaya çalışıyordu. Çiftin aralarındaki sessizlik, yılların birikimiyle çok
özel bir hale gelmişti. Karşılıklı konuşmasalar da, hissettikleri birbirlerinin
ruhunda yankı buluyordu.
"Yine
de umutsuzluğa kapılmamalıyız," dedi kadın, bir anda eski anılardan
koparak. "Bazen, hayatta bize sunulanları kabul etmek zor olabiliyor. Ama
belki bir gün… belki bir gün, oğlumuz ve torunlarımız gelirler."
Yaşlı adam,
duygusal olarak yorulmuş bir şekilde başını salladı. "Bilmiyorum hatun.
Her geçen yıl, biraz daha uzaklaşıyorlar bizden. Ama senin dediğin gibi, belki
bir gün…"
Kadın,
gülümsemeye çalışarak başını salladı. "Evet, belki bir gün. Ama yine de
her iftarı hazırlarken seni beklemek zorundayım."
Ertesi
sabah, güneş henüz doğarken bile balkondaki masanın etrafına titreyen gölgeler
düşüyordu. Yaşlı kadın mutfağa süzüldü, bir çaydanlık suyu ocağa koydu; elleri
hala iftardan kalan yorgunluğu hissediyordu. İçinden “Artık beklemekten
vazgeçmeliyiz,” diye geçirdi. Salondaki koltuğa oturdu, cebindeki eski
fotoğraflara baktı: oğlunun ilk adımlarını, torunlarının minicik el izlerini.
Yaşlı adam
bastonuna dayanarak yanına geldi. “Ne düşünüyorsun hatun?” diye sordu. Kadın,
çay fincanını usulca masaya bırakıp başını kaldırdı:
— Gitmeliyiz… Onları burada beklemek yerine, biz gitsek Amerika’ya. Belki de bu
şekilde sesimizi duyururuz, belki bizi görürler.
Adam önce
tereddüt etti; yıllardır ayak basmadıkları bir ülke, yeni bir yolculuk, belki
de büyük masraflar… Ama karısının gözlerindeki kararlılık, içindeki umudu
alevlendirdi:
— Haklısın. Beklemekle bir yere varamadık. Ne gerekiyorsa yapalım.
O gün
öğleden sonra, komşuları emekli bir memurdu ve emlak işleriyle uğraşıyordu. Onu
ziyarete gittiler; pasaport işlemleri, vize başvurusu, uçak bileti derken bir
yol haritası çizdiler. Akşam olduğunda, küçük bir bavulu açıp içine iki takım
giysi, fotoğraf albümü ve oğluna yazacakları mektubu yerleştirdiler. Mektupta,
“Sizi özledik, sizi görmek istiyoruz”dan başka bir şey yoktu.
Sonra
balkona çıktılar. Dut ağacı hâlâ yerindeydi, yaprakları güneşle parıldıyordu.
Adam bastonunu ağacın dibine yasladı, karısının elini tuttu.
— Yeni bir yolculuk… Zor olacak ama beraberiz, dedi.
Kadın hafifçe gülümsedi, gözlerinde ilk kez uzun zamandır umut ışığı yanıyordu.
Ve o anda, ikisi de biliyordu ki artık bekleyen değil, giden taraf olmuşlardı.
Kamil Erbil
Yorumlar
Yorum Gönder