İHSAN BEY

 İHSAN BEY

Kasabanın kuzey ucunda, az kişinin geçtiği dar bir sokakta, emekli posta memuru İhsan Bey yaşıyordu. Her sabah yedi buçukta kalkar, eski çaydanlığını ocağa koyar, penceresinden dışarıyı seyrederdi. Hava nasıl olursa olsun, dışarı bakmayı ihmal etmezdi. Kimseye özel bir ilgisi yoktu, ama sokaktan geçen ayakkabı boyacısı çocuğun gülüşü, bakkal Rıfat’ın homurtuları, sabah ezanından sonra yürüyüşe çıkan yaşlı kadın... Hepsi onun sessiz dünyasının parçasıydı.

İhsan Bey'in hayatı, emekli maaşıyla ölçülü ve sessiz bir şekilde akıp giderken, bir sabah elindeki küçük zarfa boş gözlerle baktı. Kazı kazan kartları, haftalık bir alışkanlık olmuştu onun için; umut etmek gibi değil, vakit geçirmek gibiydi. Ama bu kez... bu kez kazıdığı sayıların hepsi aynıydı.

Tam ikramiye.

Ne bir çığlık attı, ne de birine haber verdi. Sadece oturduğu iskemlede biraz daha uzun süre kaldı o sabah. Çay soğudu. Pencere buğulandı. İçinden, çocukluğunda babasının ona öğrettiği bir dua geçti, ama sonunu hatırlayamadı.

O gün kasabanın çarşısına inmedi. Telefonunu kapattı. Yalnızca içinden geçen tek cümle vardı:
“Kimse bilmemeli.”

İhsan Bey, kazandığı ikramiyeyi almak için şehir merkezine kadar gitti. Sıradan bir ceket giydi, şapkasını başına geçirdi, tıraşını oldu. Banka görevlisinin titrek sesiyle, “Tebrik ederiz, efendim. Hayatınız değişecek,” dediği an sadece başını salladı. Görevlinin heyecanına karşılık vermedi.

Hayatı değişecekti belki ama o, değişmek istemiyordu.

Parayı üç farklı hesaba böldürdü. Birini hiç kimsenin bilmediği eski bir bankada, diğerini kasabadaki şubesinde, sonuncusunu ise vadeliye koydu. Eve dönerken çantasını sıkı sıkı tuttu. İçindeki para değil, içindeki sessizlik ağırdı.

Artık kasabanın en zengin adamıydı. Ama kimse bilmiyordu.

O akşam sobasını yaktı, eski radyosunu açtı, klasik müzik çalmaya başladı. Ama müziğin içinden bir boşluk geçiyor gibiydi. O güne kadar istemediği hiçbir şeyi istememişti. Şimdi ise her şeye sahipti ama ne yapacağını bilmiyordu.

Ertesi gün, her zamanki gibi fırından iki simit aldı. Bakkal Rıfat’ın lafına yarım gülümsedi. Parka gidip, oturdu. Karşısındaki bankta sekiz yaşındaki Mert, annesiyle oturuyordu. Cebinden sessizce yüz lira çıkarıp, yere bıraktı, ayağıyla ileri itti. Mert’in annesi şaşkınlıkla yerden aldı, etrafa bakındı. İhsan Bey gözünü kaçırdı.

İyilik yapıyordu, evet. Ama bilinmeden. Adı duyulmadan. Minnet görmeden.

Ama asıl mesele şuydu:
O parayla kendine bile dokunamıyordu.
Eski ceketini giymeye devam etti. Çayını hâlâ demliyordu.
Yıllardır görmediği oğlu, hâlâ aramıyordu.

İhsan Bey günlerce sustu. Sıradan bir adam gibi yaşamaya devam etti. Kasabanın lokantasında en ucuz çorbayı içti, ayakkabılarının delinmiş yanlarını fark ettiğinde “birkaç ay daha idare eder” diye iç geçirdi. Oysa tek bir hareketiyle kasabanın en güzel evini alabilir, sıfırdan bir hayat kurabilirdi.

Ama yapmadı. Çünkü kimseye güvenmiyordu. Çünkü o kadar uzun zamandır sessizdi ki, konuşmaya nereden başlayacağını unutmuştu.

Derken geceleri uyuyamaz oldu. Gözlerini kapattığında bir kalabalık görüyordu: Kimsesiz çocuklar, hasta yaşlılar, borç içinde bocalayan komşular, ve… kendi yalnızlığı. Her biri bir şey söylüyordu ama hepsinin sesi iç içe geçiyor, kulaklarında uğuldayan bir vicdan uğultusuna dönüşüyordu.

Bir sabah, pencereden dışarı bakarken gözleri doldu.
"Ben kimseye güvenmedim," dedi, kendi kendine.
"Belki de asıl sorun, kimsenin bana güvenmeyeceğini sanmamdı."

Artık para, bir yük gibiydi. Onu yavaş yavaş kemiren bir sır. Paylaşamadığı için ağırlaşan, sessizliğine gömdüğü ama orada çürümeye başlayan bir ağırlık...

Bir mektup yazmaya karar verdi o gün.
Alıcısı yoktu.
Sadece yazmak için…

"Ben kazandım. Ama kaybettiğimi o gün fark etmedim.
Kazanmak, yalnız kalınca hiçbir şey değilmiş.
Belki de bu sır, ben susayım diye değil, sonunda konuşayım diye verilmişti bana."

İhsan Bey gizlice yardımlar yapmaya başladı. Hiç kimseye görünmeden, kimsenin bilmesini istemeden…

Mahallenin yoksul ailesinin kapısına bir gece zarf içinde para bıraktı.
Bakkal Rıfat’ın veresiye defterinden sessizce borçları sildirdi.
Kasabanın okulu için eski öğrencisi olan müdüre, isimsiz bir mektup gönderdi: "Kütüphane kurun, çocuklara umut olsun."

Ona göre her şey plandaydı. Hiçbir iz bırakmadan, kimliğini belli etmeden veriyordu.

Ama kasabanın eczacısı Sevil Hanım’ın dikkatinden kaçmadı bu hareketlilik. Bir sabah, ihtiyacı olmayan birinin borcunun ödendiğini fark etti. Birkaç hafta içinde Rıfat’ın anlattıklarıyla parçaları birleştirmeye başladı. Ve her sabah parkta aynı banka oturan, çayını yudumlayan, kimseyle konuşmayan o adamın gözlerinde bir şey gördü: Sessiz bir yük. Belki suçluluk, belki vicdan.

Bir sabah yanına oturdu.
"Birinin kalbi sessizse, bazen sesi gözlerinden duyulur," dedi.
İhsan Bey başını çevirdi ama bir şey söylemedi.
Sustu. İçinde büyük bir dalga kabardı.
"Size kimse teşekkür etmedi belki. Ama insanlar duymadan da minnet duyabilir."

O gün İhsan Bey, ilk kez gerçekten göz göze geldi biriyle. Ama o göz temasında bir tehdit değil, bir anlaşılma vardı.

Yine de dikkat çekmek onu huzursuz etti. Akşam evine döndüğünde, eşyalarını toplamaya başladı. Belki başka bir kasabaya gitmeliydi. Sessizlik başka yerde daha kolay olurdu. Ama çok geçti…

O gece evinin kapısı zorlama olmadan açıldı.
Sabah olduğunda, kasaba halkı şunu duydu:
“İhsan Bey evinde baygın bulundu. Beyin kanaması geçirmiş…”

Cebinden bir not çıktı.
Kıvrılmış, kat yerleri yıpranmış.
Son cümlesi şöyleydi:

“İnsan bazen kendini anlatamaz… Ama eğer bir gün birileri bana ‘iyi biriydi’ derse, bilsinler ki sadece sustum. Ama hiç susmayan bir kalbim vardı.”

İhsan Bey hastaneye kaldırıldığında, kasaba derin bir sessizliğe büründü. Herkes onu tanırdı, ama kimse onu tanımazdı aslında. Parkta oturan, fazla konuşmayan, eski ceketli bir emekliydi gözlerinde. Ama şimdi o “sıradan adam”ın sessizliği kulaktan kulağa yayılan bir fısıltıya dönüşmüştü.

Sevil Hanım, o son notu kimseye vermedi. Ama içindeki duyguyla harekete geçti.

İhsan Bey’in evinden çıkan eşyalar arasında eski zarflar, çekmecelerde saklanmış banka dekontları, kimsesiz çocuklara gönderilen isimsiz bağış makbuzları, okul kütüphanesi için mektuplar… hepsi bir araya geldiğinde kasaba bir gerçekle yüzleşti:
Onu hep gözlerinin önünde görmüş ama asıl zenginliğini hiç fark etmemişlerdi.

Cenazesi kalabalık oldu.
Bazıları gerçekten onu tanıdığı için geldi, bazıları sadece “o adam kimdi?” demek için.
Ama herkesin gözünde aynı his vardı: Geç kalınmış bir minnet.

Sevil Hanım, cenazeden sonra eski okul binasının duvarına küçük bir plaket astırdı.
Üzerinde tek bir cümle yazılıydı:

“Adını hiç söylemedi. Ama izini hepimiz yüreğimizde taşıyacağız.”

“Bazı insanlar konuşmadan anlatır kendini. Onların hikâyesi, arkalarından sessizce yürüyen ayak seslerinde yaşar.”

 

Kamil Erbil

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AYAKKABI BOYACISI

Tadı Kalmadı

OTUR.. SIFIR...