"Kırık Camlı Otobüs"
"Kırık
Camlı Otobüs"
Soğuk bir
kış sabahıydı. Otobüs terminalinde ince ince kar yağıyor, yere düşen her kar
tanesi, çamurlu zemine karışıp eriyordu. Kalabalığın içinde, eski bir paltosu
olan küçük bir çocuk annesinin elini sıkı sıkıya tutuyordu. Yanında babası,
omzunda yıpranmış bir sırt çantasıyla sessizce bekliyordu.
Adı Kerem’di
çocuğun. Yedi yaşındaydı ama gözleri yaşından büyük bakıyordu hayata. Babası
son bir haftadır sessiz, annesi gözleri dolu dolu geziniyordu evin içinde.
Kerem her şeyin farkındaydı, ama kimse ona hiçbir şey anlatmıyordu.
Otobüs
geldiğinde herkesin yüreği burkuldu. Çünkü bu bir vedaydı. Baba, başka bir
şehirde işe gidecekti. Hem de ne kadar kalacağı belli olmayan bir iş. Bir ay
mı, bir yıl mı? Kimse bilmiyordu. Kerem, babasının kucağına atıldı. Sarıldılar.
Zaman, birkaç dakikalık kucaklaşmaya yetmeyecek kadar acımasızdı.
Anne
ağlamamak için dudaklarını ısırdı. Baba son kez baktı ikisine, elini uzattı ama
sonra yarıda bıraktı, sanki dokunursa dayanamayacak gibiydi.
Otobüs
hareket etti. Kerem, kirli camın ardından babasının silueti kaybolana kadar
koştu, ağladı. “Baba!” diye bağırdı, ama sesi motorun gürültüsünde kayboldu.
Anne,
oğlunun başını okşadı. “Baban gitti ama dönecek,” dedi.
Kerem
gözyaşları içinde sordu:
“Ya dönerken bizi tanımazsa anne?”
Anne susup
gözlerini kapadı. Çünkü bazen en büyük acılar, cevap verilemeyen soruların
içinde gizliydi.
Kerem’in
annesi Zeynep, sessiz bir kadındı. Hep öyleydi. Kırk yaşına yaklaşmıştı ama
yorgunluk çizgileri yıllardır yüzüne kazınmış gibiydi. Evlenmeden önce bir
terzide çalışırdı, hayali küçük bir dikiş atölyesi açmaktı. Sonra Ali çıktı
karşısına, nazik bir adamdı, temiz yüzlü. Birbirlerini sevdiler, fazla
düşünmeden evlendiler. Hayat kolay değildi ama birlikte omuzlayabileceklerini
sandılar.
Ali, bir
fabrikada iş bulmuştu. Yıllarca sabahın köründe çıkıp akşam karanlığında döndü
eve. Kerem doğduktan sonra her şey biraz daha zorlaştı. Zeynep işinden ayrıldı,
evde çocuk büyütmek başka bir işti. Ama son bir yılda işler daha da kötüye
gitmişti. Fabrika küçülmeye gitmiş, Ali de işsiz kalmıştı.
Başvurduğu
her iş ya yetersiz maaşlıydı ya da şehir dışındaydı. En son gelen iş teklifi,
doğudaki bir maden sahasından olmuştu. Tehlikeliydi belki ama maaşı iyiydi. Üç
kişilik bir aile için büyük bir fedakârlıktı. Ali kabul etti, gitmeye karar
verdi.
Zeynep bu
kararı sessizce karşıladı, ama içi paramparçaydı. Gitme diyemedi. Çünkü
Kerem’in kışlık botları küçülmüştü, evin faturaları birikmişti. Aşk, bazen
gitmemek değil, mecburen gitmeyi kabullenmekti.
Ali’nin gidişinden
sonra evin içindeki sessizlik büyüdü. Kerem, ilk günler kapının çalınmasını
bekledi durdu. Her gelen sese kulak kabarttı, bazen ayakkabı sesi duysa
heyecanla pencereye koştu. Ama gelen hep komşuydu ya da postacı.
Zeynep,
sabahları ocağa çay koyarken artık iki değil bir bardak çıkarıyordu. Ali’nin
kahvaltıda sevdiği zeytin bile dolabın köşesinde kalakalmıştı. Evin içinde onun
bıraktığı her eşya, her iz bir anıya dönüşmüştü. Kerem'in gece uykuları sık sık
bölünüyordu, rüyasında babasını görüyor, ardından ağlayarak uyanıyordu. Zeynep
ise sessizce yanına uzanıyor, sarılıyor ama bir şey demiyordu. Çünkü bazen
kelimeler teselli etmezdi.
Ali ayda bir
arıyordu, çoğu zaman sinyal zayıftı. “Sizi çok özledim,” derdi. “Dayanın biraz
daha, işler yoluna girecek.” Zeynep, telefonda hep güçlü sesle konuştu. “Biz
iyiyiz,” dedi. “Kerem seni soruyor, seni bekliyor.” Ama Ali, Kerem’in
gözlerinde oluşan boşluğu, Zeynep’in geceleri gizlice ağladığını duyamıyordu.
Kerem bir
gün okuldan geldiğinde elinde kâğıttan bir otobüs vardı. Kendi yapmıştı.
Üzerine renkli kalemle “BABA” yazmıştı.
“Bu otobüs seni bize getirecek,” dedi annesine.
Zeynep gözlerini kaçırdı, kâğıt otobüsün kenarına eliyle dokundu.
“İnşallah oğlum,” dedi. “İnşallah gelir.”
Aylar geçti.
Bahar geldi, Kerem büyüdü. Artık her sabah kendi başına uyanıyor, çantasını
topluyor, kahvaltısını sessizce yapıyordu. Zeynep değişmişti; gözlerinin altı
mor, omuzları daha da düşük. Ama yine de gülümsüyordu oğluna, çünkü başka
türlüsü yıkardı evi.
Bir gün,
sabah saatlerinde kapı çaldı. Zeynep kapıyı açtığında karşısında bir adam
vardı. Üzerinde madenci kıyafeti, elinde bir poşet. Göz göze geldiler. Bir
saniyelik sessizlik, bin kelimenin yükünü taşıyordu. Ali’ydi bu. Ama sanki
biraz eksilmişti. Gözleri daha donuk, yüzü daha solgundu.
Kerem
içerden seslendi:
“Anne, kim geldi?”
Zeynep’in
sesi titredi:
“Baban geldi oğlum.”
Kerem kapıya
koştu, birkaç saniye baktı. Sonra tereddütle:
“Sen gerçekten... babam mısın?” dedi.
Ali diz
çöktü, oğlunun gözlerinin içine baktı. Gözyaşları usulca yanaklarından süzüldü.
“Evet oğlum... Ama çok geç kaldım değil mi?”
Kerem cevap
vermedi. Kucağına atlamadı, sarılmadı. Sadece cebinden buruşturulmuş bir kâğıt
çıkardı. Kâğıttan otobüs. Üzerinde hâlâ solmuş harflerle “BABA” yazıyordu.
“Ben seni bu otobüsle getirdim,” dedi.
Ali,
titreyen elleriyle aldı otobüsü. Sarıldı ona, ilk kez gerçek anlamda sarıldı.
Uzun bir sessizlik oldu. Ardından Kerem fısıldadı:
“Bir daha gitmeyeceksin, değil mi?”
Ali başını
salladı.
“Gitmem gereken her yere çoktan gittim oğlum. Artık sadece sizinleyim.”
Zeynep
aralarına yaklaştı, onların yanına çömeldi. Üçü, küçük evin dar koridorunda
birbirine sarılı halde uzun süre öylece kaldı.
Ve o gün...
evin içinde ilk defa sessizlik değil, bir umut yankılandı.
Kamil Erbil
Yorumlar
Yorum Gönder