Sessiz Selam
Sessiz Selam
İstanbul
Üniversitesi’nin eski binası, sonbaharda daha da kasvetli olurdu. Koridorlarda
yankılanan ayak sesleri, pencereden giren solgun ışık, tahtaya yazılmış silik
kelimeler… Hepsi bir öğrencilik anısının parçasıydı.
Kemal, henüz
genç bir araştırma görevlisiyken derslere girer, hukuk felsefesinden toplum
yapısına kadar pek çok konuyu anlatırdı. Sınıfta oturan öğrencilerin bazıları
sadece not almakla yetinirken, birkaç kişinin gözleri sürekli ona odaklıydı.
Cemile onlardan biriydi.
Sessizdi,
ama dikkatli. Sorularını genelde ders sonunda sorar, aldığı cevabı bir yere
yazmaz ama belleğine kazırdı. Kemal, onun sorduğu soruların çoğunun kitaptan
değil, hayattan geldiğini fark etmişti.
Bir gün,
dersten sonra sınıfta yalnız kaldılar.
“Hocam,”
demişti Cemile, “Adalet bazen neden bu kadar gecikir?”
Kemal
şaşırmıştı. Cümle öylece, hazırlıksızca dökülmüştü dudaklarından. Ne bir örnek
vardı, ne de bir olay... ama bir ağırlık taşıyordu. Sanki kendi hayatının
sessiz bir çığlığıydı.
“Adalet,”
dedi Kemal, “bazen insanlardan değil, sistemlerden kaçar. Ama yine de o kaçışı
kovalamak bizim görevimiz.”
Cemile
başını sallamış, bir şey söylemeden gülümsemişti. O gün, aralarında söylenmemiş
ama anlaşılmış bir bağ kurulmuştu. Ne fazla samimi, ne tamamen uzak… sadece
sessiz bir anlayış.
Yıllar
geçti. Cemile mezun oldu, Kemal üniversiteden ayrıldı. Hayat onları farklı
yollara savurdu. Birbirlerinden habersiz yıllarca mücadele ettiler. Biri köy
köy dolaşarak adaletin elçisi oldu, diğeri şehirde hukukun kıvrımlarında kayboldu.
Ve sonra…
yıllar sonra bir yemek masasında, anılarla örülü cümleler arasında tekrar
buluştular.
Cemile,
diplomasını aldığı gün kampüsün taş duvarlarına son kez bakmıştı. O binalar,
onun sadece eğitim aldığı yer değil, aynı zamanda kendini bulduğu, şekillendiği
bir alan olmuştu. Hayatının ilk büyük sınavını geçmenin gururunu taşırken,
içinde küçük bir ürperti vardı: Şimdi ne olacaktı?
Kaymakamlık
sınavlarına hazırlanmak zorlu olmuştu. İstanbul’un kalabalığında bir odada, tek
başına, sabahlara kadar çalışmıştı. Ailesi Anadolu’nun küçük bir köyündeydi;
destekleri dualardan ibaretti. O ise kendini kanıtlamak zorunda olduğunu
hissediyordu—belki kadın olduğu için, belki de yoksul bir aileden geldiği için,
belki de çocukken yaşadığı adaletsizliğin yarım kalmış bir cevabını vermek
için.
Kazandığında
ağlamıştı. Sanki birikmiş tüm sessizlikleri, uykusuzlukları, yalnızlıkları
gözyaşına dönmüştü.
İlk görev
yeri Doğu Anadolu’da bir ilçeydi. Sert kışlar, çetin yollar, alışılmamış
bakışlar… İlk gün makam koltuğuna oturduğunda, içerideki herkes sessizdi.
Gençti. Kadındı. Ve o masaya oturması, birçokları için alışılmadık bir
görüntüydü.
Ama Cemile
alışılmadık olmaya alışkındı.
Sabahları
halkla konuşur, öğleden sonra okul ziyaretlerine gider, akşam saatlerinde
köylerdeki ihtiyaçları dinlerdi. Günün sonunda yorgunluğunu bir deftere yazar,
“Bugün kaç kişinin gözündeki umudu gördüm?” diye not düşerdi.
İlk kışta
bir köy yolu kapanmıştı. Ambulans ulaşamıyordu. Cemile karla kaplı yolu kendi
makam aracıyla açtırıp, yaşlı bir kadını hastaneye getirtmişti. Ertesi gün
ilçede fısıltıyla yayılan cümle şuydu:
“Yeni kaymakam, kendi eliyle yolu açtırmış.”
Yavaş yavaş,
o da ilçenin bir parçası olmuştu. Kimse ona artık sadece unvanıyla
seslenmiyordu. “Cemile Hanım” değil, “Bizim Cemile” demeye başlamışlardı.
Bir gece
günlüğüne şu satırı yazmıştı:
“Küçük bir
kız çocuğu yanıma gelip, ‘Sen de öğretmen misin?’ dedi. Gülümsedim. ‘Biraz
öğretmen, biraz abla, biraz devlet... hepsi olabilir miyim?’ dedim. Çocuk
başını salladı: ‘Olur. Ama en çok insan ol.’”
Cemile o
gece uzun süre uyuyamamıştı. İnsan olmak... Ne çok unutuluyordu bu meslekte.
Yetkilerin, yazıların, mühürlerin ötesinde bir sıcaklık, bir dokunuştu insan
olmak.
Ve belki de
en çok bunu, Kemal hocasının derslerinde sezmişti. Kitaplardan çok bakışlardan,
yasalardan çok insani duruşlardan.
O günleri
geride bırakmıştı ama o his… hâlâ onunla yaşıyordu.
Kemal için
hayat, sabit bir rotası olmayan uzun bir yürüyüştü. İstanbul’daki ofisinde
geçen yıllar boyunca birçok davaya girdi, sayısız hayat hikâyesine dokundu. Ama
içindeki idealist genç, her geçen yıl biraz daha susuyordu. Bir dönem
üniversitede ders vermiş, umut dolu bakışlara anlatmıştı hukuku, adaleti. Sonra
sistemin soğuk yüzüyle karşılaştıkça, o bakışlardan uzaklaşmış, sessizce kendi
yoluna çekilmişti.
Bir gün,
eski bir arkadaşının davetiyle katıldığı küçük bir şehirde düzenlenen kamu
görevlileri buluşmasına gitmişti. Salonda devlet erkanından insanlar, yerel
görevliler, avukatlar, öğretmenler vardı. Kemal, kalabalıkta ilk başta kimseyi tanıyamadı.
Ta ki arkasından tanıdık bir ses duyana kadar:
“Hocam?”
Arkasını
döndüğünde, bir anlığına zaman durdu. Karşısında Cemile duruyordu. Artık olgun
bir kadındı ama gözlerinde hâlâ o eski öğrencisinin ışıltısı vardı.
“Cemile?”
diye sordu şaşkınlıkla, ardından gülümsedi. “Sen…”
“Kaymakam
oldum,” dedi Cemile. “Birkaç yıl oldu. Bugün burada konuşma yapmam istenmişti.
Sizi görünce… yıllar gözümün önünden geçti.”
Kemal başını
salladı. “Ben de… seni görünce bazı cümleleri hatırladım. ‘Adalet bazen
gecikir’ demiştin.”
İkisi de
gülümsedi. Sohbet kısa sürede bir yemeğe, sonra uzun bir sohbete dönüştü.
Geçmişin izleriyle örülü, bugünün gerçekliğinde karşılıklı iki insan… aynı
masada ama farklı yollardan gelen.
Yemek
sonunda Cemile bir an sustu, sonra içtenlikle konuştu:
“Hocam,
sizin o yıllarda bana kattığınız şeyler sadece ders bilgisi değildi. İnsana
değer vermeyi, söze anlam katmayı, duruşla konuşmayı sizden öğrendim. Hayat
beni başka bir yere sürükledi ama o temeli hiç unutmadım.”
Kemal’in
gözleri buğulandı. “Senin gibi bir öğrencim olduğunu hep hatırladım. Ama hayat
bizi dağıtır bazen. Şimdi seni böyle görmek... bana yeniden umut verdi.”
Kalkmadan
önce telefonlarını birbirlerine verdiler. “Görüşelim,” dediler. “Yıllar geçse
de bazı bağlar hiç kopmuyor.”
Kemal, otel
odasına döndüğünde pencereyi açtı. Dışarıda rüzgar hafif esiyor, ağaç
yapraklarını savuruyordu. Düşündü: Hayat, bazen insanları farklı yönlere
savurur ama rüzgar doğru estiğinde, o yapraklar yine aynı noktada buluşur.
Ve o gece
günlüğüne sadece bir cümle yazdı:
“Bazı
karşılaşmalar geç kalmaz; sadece tam vaktinde gelir.”
Kamil Erbil
Yorumlar
Yorum Gönder