Bazı Aşklar, Gitse de Geçmez.

 

Bazı Aşklar, Gitse de Geçmez.

Tavan arasını hep birlikte temizlemeye karar verdiler. Temizlik başlamıştı ki bir sandık buldular. Sandığı açtıklarında,Sandığın içindeki zarf, ucu yanık, mürekkebi solmuş bir mektup taşıyordu. Zarfta anneannemin gençlik zamanlarındaki adı vardı: “Güzel Zeynep Hanım’a.” Parmakları titreyerek açtı zarfı büyük dayım. Yıllardır kayıp olan bir türkü gibiydi o kâğıt.

Mektubun ilk satırları zarif bir el yazısıyla şöyle başlıyordu:

"Zeynep,
Bu mektubu sana yazarken, deniz sesiyle yıkanıyor gecem. Her gece rüyamda o eski dut ağacının gölgesinde oturuyoruz. Sen dikiş dikiyorsun, ben sana türkü söylüyorum. İstanbul uzak, ama senin sessizliğin en çok burada yankılanıyor. O gün sana ‘bekle’ dedim ya… Kendimi bile bekleyemedim."

Mektubu yüksek sesle okumaya başlamıştı dayım ama ikinci satırdan sonra sustu. Sessizlik çökmedi, çığlık gibi bir sessizlik indi odaya. Hiçbirimiz konuşmadık. Babamın gözleri tavana dikilmişti, sanki orada cevap arıyordu. En küçük halam çantasını sımsıkı kavramıştı, sanki içinde kaçmaya hazır bir şey vardı.

Zarfın içinden bir de küçük siyah beyaz fotoğraf çıktı. Genç bir adam, saçları arkaya taranmış, gözleri buğulu. Elinde sapı kırık bir keman tutuyor. Fotoğrafın arkasında yalnızca şu yazılıydı: “Bizden kalan.”

 

Gecenin ilerleyen saatlerinde, herkes bir köşeye çekilmişti. Ama sandığın içinden çıkan mektup, artık salondaki herkesin zihnine çöreklenmişti. Dayım sobanın yanına geçmiş, düşünüyordu. Babam pencere kenarındaki eski koltukta, sigarasını içmeden sadece tutuyordu. Halam hâlâ o çantayı bırakmamıştı.

Ben o mektubu bir daha okudum. Satır aralarına gizlenmiş bir yalnızlık vardı. Bu mektubu yazan adam, belli ki Zeynep’i sevmişti. Derinden, yutkunarak, yıllarca susarak sevmişti. Ama kimdi o?

Sandığın içinden bir tomar daha eski mektup çıktı. Hepsi aynı el yazısıyla, ama farklı tarihlerde. En eskisi 1956, en yenisi 1959. Demek ki bu gizli yazışma yıllar sürmüş. Bazı zarflarda hiç açılmamış mektuplar vardı—muhtemelen Zeynep hiç okuyamamıştı. Ya da hiç okumamayı seçmişti.

Bir mektupta şu satır dikkatimi çekti:

"Sana gelip seni istemek istedim. Ama baban o gün bana yalnızca bir cümle söyledi: ‘Zeynep bizim toprağımıza ait, sen rüzgar gibisin. Toprağın rüzgara borcu yoktur.’"

İşte her şey orada kopmuştu. Zeynep evlendirilmişti, belki isteği dışında. Ve bu mektuplar… bir kadının yarım kalmış gençliğini sandıklarda taşıyordu.

Sabah erken saatlerde halam fısıltıyla beni mutfağa çağırdı. "Bu mektuplar... bunları biri daha gördü mü?" dedi. Gözleri endişeyle doluydu, ama başka bir şey daha vardı orada—yılların susturduğu bir sır, belki de bir pişmanlık.

"Zeynep halan gençken... birine sevdalanmıştı. Herkes bilirdi ama kimse konuşmazdı," dedi usulca. "O adamı kimse istemedi. Hele babamız... duvar gibi dikildi karşılarına."

"Kimdi o adam?"

"Bir marangozdu. Mahir. Köye dışarıdan gelmişti. Sessizdi ama eli iş tutardı. Zeynep onunla konuşmazdı ama gözleri her şeyi söylerdi. Sonra bir gün Mahir ortadan kayboldu. Ne düğün gördü bu köy ne veda. Birden yok oldu. Kimse de adını anmadı bir daha."

Ben, o an sandıktaki o mektubun ne anlama geldiğini tam kavradım. Mektuplar, Zeynep’in gömülmemiş gençliğiydi. Mahir’in yokluğu, bir kadının içinde yankılanan uzun bir boşluktu. Ve şimdi, biz o boşluğa bakıyorduk—hem de yıllar sonra.

"Zeynep hiç bahsetmedi mi Mahir'den?"

Halam durdu. "Bir kez... bir tek kez. Annem öldüğünde, gecenin bir vakti yanıma geldi, başucuma oturdu. ‘Bazı şeyler insanın içini delip geçer ama dışardan kimse fark etmez,’ dedi. Sonra sabaha kadar sustu."

Ertesi gün, sabah ezanıyla birlikte köyün çarşısına indim. Yaşlı kahveci Osman, dedemin eski arkadaşıydı. Duru bir hafızası vardı; her ismi, her yüzü, her hikâyeyi hatırlardı.

"Osman Amca," dedim, "Zeynep halamın gençliğinde köye bir marangoz gelmiş. Mahir adında biri. Tanır mıydın?"

Sigarasını yaktı. Dumanı ağır ağır göğe süzülürken gözleri uzaklaştı. "Mahir... unuttuğumu sanmıştım," dedi. "Sıradan bir adam değildi. Dili azdı, gözü çok şey anlatırdı. Ağaçlara hayat verirken, insanların suskunluklarını da yontardı sanki."

"Ne oldu ona?"

"Babanız istemedi onu. Mahir sessizdi ama gururluydu. Bir gün çekti gitti. Sonradan duydum, kasabanın ötesinde bir atölye kurmuş. Evlenmiş mi, bilemem. Ama bir defter bıraktı geride. İçinde çizimler, yarım kalmış bir sehpa tasarımı, bir de Z harfiyle başlayan bir defter sayfası vardı."

İçim ürperdi. “O defter hâlâ duruyor mu?”

Osman başını salladı. “Atölye şimdi bomboş. Yıllar önce biri geldi, elindeki anahtarla içeri girdi, her şeyi topladı. Kimse kim olduğunu bilmedi.”

Kalbim göğsüme sığmadı. Ya o gelen Zeynep’ti? Ya da bambaşka biri, geçmişin son izlerini silmek için gelen bir yabancı?

Dönüp halamın evine yürürken, gözüm çitlerin arasına gizlenmiş yabani gül dallarına takıldı. Güller... sandıktaki mektubun kenarına işlenmişti. Güller, Zeynep’in içinde solmuştu belki ama köy onları unutmamıştı.

O akşam, Zeynep halam elindeki çay bardağına uzun uzun baktı. Sessizlik dolu odayı sadece saatin tik takları dolduruyordu. Sonra sesi neredeyse bir fısıltı gibi çıktı:

"Mahir... gitmedi aslında. Gitmek zorunda bırakıldı. Babam, yani senin deden, onun ellerini değil, soyunu sorguladı. Halbuki Mahir bana bir ev değil, bir hayat kurmak istemişti."

Gözlerim doldu. “Peki sonra?”

“Sonra?” diye tekrar etti. “Bir kadın ne yapar sonra? Bekler mi? Yok. Susar. Kalbini, bir sandığa koyar. Üstüne çeyiz dizer. Sonra biri gelir, yıllar sonra, o sandığı açar.”

Zeynep halam cebinden küçük paslı bir anahtar çıkardı. “İşte bu onun defterinin anahtarı. Ama artık kime ne fark eder ki?”

O gece, sandığı bir kez daha açtım. İçinde dantel örtüler, eski mektuplar ve defterin ta kendisi vardı. Sayfaların arasında Mahir’in çizdiği bir sehpa, altına yazılmış tek bir notla:

“Her şey yarım kalır. Ama sevmek kalmaz.”

O an anladım. Bazı hikâyeler mutlu bitmez. Ama tamamlanır.

Zeynep halam ertesi sabah sessizce uyandı. Yüzünde bir gece önceden kalma bir huzur vardı. Kahvaltıya oturmadı. Yalnızca pencerenin önüne oturup dışarıyı seyretti. Yağmur çiseliyordu; tıpkı Mahir’in gittiği gün gibi.

“Ben artık oldum,” dedi, “bir şey beklemeyen, ama beklemiş biri oldum.”

O gün sandıktan çıkan defteri alıp kasabanın mezarlığına götürdüm. Mahir’in mezarı yoktu belki ama, adı unutulmamıştı. Yaşlı bir marangozla konuştum. “Onun yaptığı sehpada hâlâ çay içerim,” dedi. “Yarım kalan ama sağlam işler yapardı Mahir.”

Zeynep halam birkaç hafta sonra vefat etti. Ardında bir sandık, birkaç sayfa yazı ve eksik kalmış bir hayat bıraktı. Ama biz kalanlar, o eksiklikten bir tamamlık çıkarmayı öğrendik.

Sandık şimdi benim evimde. Üstüne bir örtü serdim. İçinde mektuplar, bir anahtar ve o sehpanın resmi var. Her baktığımda içim sızlıyor ama bir şey daha var orada: Zamana karşı konulmuş bir Çünkü bazı aşklar gitse de, geçmez.sevdanın izi. Ve o iz, hâlâ silinmedi.

 

Çünkü bazı aşklar, gitse de geçmez.

Kamil ERBİL

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AYAKKABI BOYACISI

OTUR.. SIFIR...

Tadı Kalmadı