Kabrinde Bile Mahsun 2
Kabrinde Bile Mahsun 2
Uçağımız Sabiha Gökçen Havaalanı’na teker koyduğunda içimde ne olduğunu tam
olarak tarif edemediğim bir duygu kabardı. Sevinçle hüzün birbirine karışmıştı.
Yıllar sonra eve dönüyordum ama içim hiç huzurlu değildi. Bir tarafım çocukluğuma,
özleme, köklere doğru çekilirken; diğer tarafım göğsümde ağır bir taş gibi
duran belirsizliğe teslim olmuştu.
Ben dünyaya gelmeden anneannemle tanışmam mümkün olmamıştı. Dedem, onun
ölümünden uzun bir süre sonra başka biriyle evlenmişti. Bu yeni evliliği başta
kabullenmiş gibi görünen dayımlar, zamanla annemi de yanlarına alarak dedemle
tüm ilişkilerini koparmışlardı. Olanlara dair duyduklarım, parçalanmış bir
hikâyenin yarım yamalak bölümleriydi. Fakat çocuk aklımla tek bildiğim,
anneannem dediğim o kadının hep yanımda olduğuydu. Meğer o da bana sonradan
katılmıştı bu hayata; kan bağı değil, kalp bağı kurmuştuk biz.
Dedem biraz sertti ama beni severdi. Babam ev alınca arabasını satmak
zorunda kaldığında, sabahları dedem beni anaokuluna bırakır, akşamları alırdı.
Sınıf kapısında yanağıma kondurduğu öpücük, çocuk kalbimde bıraktığı en sağlam
hatıraydı.
Ama çocukken en çok kimi severdin deseler, tereddütsüz anneannem
derdim. Usanmadan bana her şeyi defalarca anlatan, sabrını hiç tüketmeyen,
yüzünde o eksilmeyen gülümsemesiyle her sorunu çözen kadın… Ben onu hep
“anneannem” bildim, ta ki ortaokul ikinci sınıfta üvey olduğunu öğrenene kadar.
O gün boynuna sarılıp, “Sen benim üvey anneannem de olsan, hep canım anneannem
olarak kalacaksın,” dediğimde, beni öyle bir sarılmıştı ki, sanki içine almak
istiyordu.
Ben büyürken o hep yanımdaydı. Hastalandığımda saat mefhumu tanımazdı.
Maddi, manevi ne varsa bizim içindi. Üniversiteye başladığımda bursum
yetmediğinde o devreye girdi. Hatta Kanada’dan gelen iş teklifini kabul
edebilmem için evini ipotek ettirip kredi çekmişti. “Bana eşimden kalan aylık
yeter,” demişti. Göndereceğim parayla annem ve babam taksitleri ödeyecekti. Biz
birbirimize hep güvenmiştik. O hiçbir zaman bir karşılık beklememişti.
Ben Avustralya’dayken, onun vefat haberini aldım.
Bir insan, bir ölüm haberini duyduğunda yıkılabilir ama cenazeye
katılamamak, işte o bambaşka bir yıkımdı. Aylar sonra dönebildim. Kapıyı annem
açtı. Sarıldık, hasret giderdik, sonra sordum:
“Anneannem hastamıydı?”
Babam, gözlerini kaçırarak, “Hastaydı. Ölüm onun düğünü bayramıydı,” dedi.
Annem suskundu, ama bakışları çok şey söylüyordu. Kabri Bursa’daymış. Orada
hastaneye kaldırılmış, orada vefat etmiş, oraya defnedilmiş.
Bir şeylerin ters gittiğini o anda anladım.
Anneannemin mezarını görmek istiyordum. Onu toprağa bile verememiş, son
vedasını bile yapamamıştım. İçimde büyüyen boşlukla birlikte, bir veda borcum
vardı.
Babam, “Ben gelemem, sen annenle gidersin,” dedi.
“Ben yalnız da giderim,” dedim.
Zaten içimde, yalnızlık gibisi yoktu o sabah.
Annem gitmek istemedi başta. Direndi. Sessizliğe gömüldü. O ısrara rağmen,
ben kararlıydım. O gece uyurken içime bir ağırlık çöktü. Biri yüreğime oturmuş
gibiydi. Gözüm açık uyudum. İçimden sürekli aynı dua geçiyordu: “Allah’ım,
ne varsa çıksın ortaya. Gerçek neyse, ondan kaçmayayım.”
Ertesi sabah, anneannemin kız kardeşlerinden, hem benim hem onun çok
sevdiği teyzemin kapısını çaldım. Beni görünce önce şaşırdı, sonra boynuma
sarıldı. Çocukluğumun kokusu sanki hâlâ omuzlarındaydı.
“Niçin geldin?” diye sordu.
“Anneannemin mezarını görmek istiyorum.”
Ortaya buz gibi bir sessizlik indi. Göz göze gelmeye çekinen bakışlar, konuşmak
istemeyen dudaklar vardı orada.
Teyzem elime bir kâğıt tutuşturdu.
“Bunu mezarlık görevlisine ver, gösterir.”
Ama ben sadece mezarı değil, gerçeği de görmek istiyordum.
“Bir şeylerin ters gittiğini hissediyorum,” dedim.
Teyzem, “Oğlum, annenler anlatmıştır zaten,” dedi.
“Hayır teyze. Kimse bir şey anlatmadı.”
Bir süre sessizce baktı bana. Sonra iç çekti.
“Hadi madem, gidelim,” dedi.
Mezarlığa vardığımızda içime bir ürperti doldu. Bir yabancının değil,
canımdan birinin kabriyle ilk kez karşılaşacaktım. Mezarın baş ucundaki mermer
taşta sadece adı yazıyordu. Ne bir dua, ne bir tarih, ne de bir sevgi sözü.
Toprak bile sanki hâlâ ıslaktı. Başımı taşın üzerine koyup uzun uzun dua ettim.
İçimde yıllardır biriken ne varsa toprağa karıştı o an. Sanki taş bile
ağlıyordu.
Sonra teyzemle yakındaki bir kafeye oturduk. Sessizlik yine bizimleydi.
“Teyze, hadi anlat artık,” dedim.
“Anlatılacak bir şey yok,” dedi.
“Bak, ben buraya sırf onu görmek için geldim. Ama anladım ki mesele sadece
mezar değilmiş.”
Teyzem başını eğdi. Parmakları çantasındaki peçeteyi buruşturuyordu.
Sonra gözleri dolu dolu bana baktı.
“Oğlum,” dedi, “annenler anlatmadıysa, bu yük artık benim sırtımdan inmelidir.”
Ve anlattı.
Babam sitedeki işinden ayrıldıktan sonra, senin gönderdiğin paralarla
yetinmedi. Anneannene kredi çektirdiler. Bir değil, iki kez. Şehir içi minibüsü
aldı baban o paralarla. Ama ödeyemediler. Gelen ihtarları gözardı ettiler.
Banka eve el koydu. Evsiz kalan anneannenize de kimse kapı açmadı. Biz haber
alınca her şeyi yapmaya çalıştık ama iş işten geçmişti.
Anneanneniz, hiçbir şey söylemeden
bir huzurevine sığındı. “Bu da bir imtihan” deyip
her şeye razı oldu. Orada vefat etti. O halde bile, seni sayıklarmış hep.
Adını, küçükken söylediğin duaları, anaokulundaki el sallayışını… Ölürken son
sözü “torunum gelir mi acaba?” olmuş.
Annen de, baban da cenazeye gitmedi.
“İmkan yoktu, çok uzaktaydı,” dediler. Ama biz biliyoruz, imkan değil vicdan
lazımdı.
Teyzemin gözyaşları sessizce süzülüyordu. Benimse boğazımda bir düğüm
vardı. Ne kelime çıkıyordu ağzımdan, ne de gözyaşlarım duruyordu. Ayağa
kalktım. Elimi uzattım.
“Mezarını ben yaptıracağım teyze. En güzel haliyle. Çünkü o bunu hak etti.”
“Biliyorum oğlum,” dedi, “sen zaten onun umuduydun.”
Şehre döndüm. Eve girdiğimde annemle babamın yüzüne baktım. Göz göze
gelmiyorlardı.
“Soğuk bir ‘geldin mi?’ dediler sadece.
Kahvaltı sofrasında herkes sustu.
“Ben bugün dönüyorum,” dedim.
Annem, “Daha yeni geldin,” deyince içimden bir şey taştı.
“Keşke gelmeseydim de olanları hiç öğrenmeseydim,” dedim.
Ve ilk defa onlara o soruyu sordum:
“Bu kadın bunu hak edecek ne yaptı? İçiniz hiç mi sızlamadı? İnsanlık bu kadar
mı düştü?”
Annem başını eğdi.
“Demek her şeyi öğrendin…” dedi sadece.
Başka hiçbir şey söyleyemediler. Kahvaltıyı bitirdim.
“Taksi çağırdım. Gidiyorum. Bu benim son gelişim,” dedim.
“Benden yana tüm hakkım helal olsun. Siz de helal edin.”
Gözlerini yere diktiler.
“Helal olsun,” dediler fısıltıyla.
Taksiye bindim. Araç hareket ederken dönüp baktım.
Annem ve babam, evin önünde dizlerinin üzerine çökmüş, ağlıyorlardı.
Kanada’ya döndüğümde kış henüz tam çökmemişti. Ama içimdeki mevsim çoktan
kararmıştı. Güneş doğuyor, kar yağıyor, insanlar gülüyor ama benim içimde
sadece anneannemin sessizliği yankılanıyordu.
İlk hafta kimseyle konuşmadım. Telefonları açmadım. E-maillere bakmadım.
Sadece yazdım. Her gün, sabah ezanı vaktinde uyanıp onun için bir mektup kaleme
aldım. “Sen iyi bir insandın,” dedim her satırda. “Ben seni hiç unutmadım.” Ve
“Ben geç kaldım, ama artık buradayım.”
Bir gün, mezar taşını yaptırmak için Türkiye’ye telefon açtım. En iyi
ustayı bulmalarını istedim. “Adı, doğum ve ölüm tarihi olacak,” dedim. “Ama bir
de şu cümleyi yazın altına: ‘Kimsesiz değildi, torunu vardı.’”
Usta önce sessiz kaldı. Sonra sadece “Başımız sağ olsun,” diyebildi.
O yaz, çalıştığım şehrin küçük bir kasabasında bir anma düzenledim. Kimse
onun adını bilmezdi burada. Ama benim için o, her şeydi. Elimde bir küçük
çerçeve, içine çocukluk fotoğrafımı ve onunla birlikte çekilmiş bir kareyi
koydum. Altına onun adını yazdım. Masaya bir mum koydum, bir de dua kitabı.
Gelenlere onun hayatını anlattım. “Bu kadın,” dedim, “beni ben yapan kalptir.”
Bir kadın sessizce yanıma yaklaştı. “Anneniz mi?” diye sordu.
“Hayır,” dedim.
“Anneannemdi. Ama annemden fazlaydı.”
Gittiği günden beri her cuma bir hayır dağıtırım burada. Her seferinde bir
not iliştiririm poşetin içine:
“Bir kadın vardı… Yalnızdı ama dua sahibiydi. Bu ikram, onun duasıdır.”
Ve o günden sonra, her cuma sabahı... gökyüzü biraz daha aydınlık olur.
Kamil Erbil
Yorumlar
Yorum Gönder