Oğullar

 

Oğullar

Bugün oda arkadaşımı toprağa verişimizin yedinci gecesi. Bu nedenle toplantı salonunda, Kur’an okumayı bilen arkadaşlarımız onun ruhuna mevlit okudular.

Ben bu kuruma geleli bir yıl olmuştu olmamıştı. Bir gün müdüre hanım beni odasına çağırdı. “Sana yeni bir arkadaş veriyoruz,” dedi. “Artık iki kişilik odada yalnız kalmayacaksın.” Ne yalan söyleyeyim, sevindim ama biraz da tedirgin oldum. Ya anlaşamazsak diye düşündüm. Burada bazı arkadaşlar ana-kız gibi yaşarken, bazıları da birbirine düşman gibi davranıyordu. “Hayırlısı olsun, inşallah iyidir,” dedim. “İyi iyi, sen merak etme,” dedi müdüre hanım.

Onunla ilk müdüre hanımın odasında tanıştık. Ne olduysa, daha ilk bakışta içimiz ısındı birbirimize. Sanki yıllardır tanışıyorduk. Yüzündeki yılların izleri derindi. Gözleri etrafa çekinerek bakıyordu. Ufak bir çantası vardı; nesi var nesi yok, hepsi onun içindeydi. “Gel kardeş, odamıza gidelim,” dediğimde sessizce kalktı. Belini tam doğrultamasa da bastonuna dayanarak ayağa kalktı. “Çantanı ben taşırım,” dedim. Asansöre doğru yürürken fark ettim; yıllara meydan okurcasına yürümeye çalışıyordu ama buraya gelişin verdiği utançla sanki ayakları geri geri gidiyordu. O duyguyu iyi bilirdim.

Odamıza geldiğimizde “Hoş geldin,” dedim. Zor duyulan bir sesle “Hoş bulduk ahretlik,” diyebildi. “Senin yatağın burası, uzan istersen,” dedim. Gözlerime öyle bir baktı ki... Yüzünde yılların biriktirdiği utanç okunuyordu. Çantasını dolaba yerleştirdim. Yatağa oturdu. Bastonuna çenesini dayadı, sessizce odayı süzdü. “Çok güzel,” diyebildi. “Öyle,” dedim. “Nerelisin?” diye sordum. Gözleri doldu. “Üzülme,” dedim, “burada olmaktan utanma. Bize burada değer veriliyor. Dışarıda hor görülmektense burada insan gibi yaşamak daha iyidir.” Gözlerinden yaşlar süzülürken “Öyle, ahretlik, öyle,” diyebildi sadece.

Sonraki günlerde çok iyi anlaştık. Bahçede birlikte volta atıyor, televizyon izliyor, sohbet ediyor, zamanı paylaşıyorduk. Burada zaman boldu. Herkes hayat hikâyesini anlatırdı; kimi biraz değiştirerek, kimi içini dökerek… Hikâyelerin ortak noktası, geride bırakılanlardı: çocuklar, eşler, bazen de yalnızlık.

Oda arkadaşımın hikâyesi diğerlerinden farklıydı ama acısı tanıdıktı.

Annesi öldükten sonra babasıyla yalnız kalmış. Geçimlerini kadın terziliğiyle sağlamış. Babası da vefat edince, konu komşu “Yalnız kalma,” diyerek yaşlı ve bir çocuk sahibi bir adamla evlendirmişler. Bu adamdan dört çocuğu olmuş, diğer oğlunu da öz evladı gibi sevmiş. Adam ölünce beş çocuğuyla kalmış. Yılmamış. Dikiş dikmiş, çocuklarını okutmuş, doyurmuş. Üvey oğlu da onu çok sevmiş. Askerden gelince dükkân açmış, kardeşlerini yanına almış. Ama büyük olan kardeş, kötü yollara sapmış, kumarhanelerde çalışmış, bitirimlerle takılmış. Annesi onu ne zaman o ortamlardan çekip getirse, o tekrar dönmüş.

Bir Ramazan akşamı, dükkânda sobayı tinerle yakmaya çalışırken soba patlamış. Üvey oğlan yanarak ölmüş. Kardeşler işi birlikte devam ettirmiş, yengelerine ve yeğenlerine sahip çıkmışlar. Zamanla yengeleri yeniden evlenmiş. Kadıncağız ise yaşlandıkça dikiş dikemez olmuş.

Çocukları “Gel bizde kal,” demişler. Kadın başına geleceği biliyormuş gibi direnmiş ama sonunda razı olmuş. Önceleri her çocukta iki ay kalıyormuş, sonra bu süre bir aya, bir haftaya kadar düşmüş. Eşyaları, daha gün dolmadan kapının yanına konuyormuş. Kadın, bir odadan diğerine taşınan değersiz bir eşya gibi hissediyormuş kendini.

Bir gün bir akrabası “Evlen, hiç olmazsa bir dua alırsın,” demiş. Kadın uzun süre direnmiş ama sonunda bir emekli hacı dayıyla evlenmiş. Nikâh masasında çocukları koşup gelmiş ama her şey çoktan bitmişti. Kadın bu adamla dokuz yıl yaşamış, adam ölünce yine ortada kalmış. Çocukları bu defa “Seni huzurevine yerleştireceğiz,” demişler. Kadın kabul etmiş. Çünkü evlere geri dönse, gelinlerin diliyle baş edemeyeceğini biliyormuş. Son kocasından kalan evini de kuruma bağışlamış.

Yine de çocuklarını özlüyordu. Arayıp görmek istese de çocukları hep bahane buluyordu. Bana “Ahretlik” derdi, ben de ona “Can dostum.”

Bir gün hastalandı. Çocuklarına haber verildi ama ancak öldükten sonra geldiler. Birkaçı da yine işlerinden vakit bulamadı. Kapıya baka baka öldü kadıncağız.

Cenaze sonrası büyük oğluna, “Annenin eşyaları burada, almak istersen hatıra olur,” dedim. Eşyaları karıştırdı, annesinin bir resmini aldı, cebine koydu, “Hoşça kal teyze,” deyip arkasına bile bakmadan gitti.

Yatağımda öylece oturmuş, arkasından baka kalmıştım.

O akşam yemeğinde bir arkadaşım, elinde bir fotoğrafla geldi. “Bu senin rahmetli oda arkadaşının resmi değil mi?” dedi. Evet, oydu. “Bahçedeki çöp kutusunda buldum,” dedi.

Elimden çatal düştü. Artık lokma geçmezdi boğazımdan.

Kamil Erbil

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AYAKKABI BOYACISI

Tadı Kalmadı

OTUR.. SIFIR...