Rüzgâr, ağaçların arasında eski bir şarkı gibi dolanıyordu.
Rüzgâr, ağaçların arasında eski bir şarkı gibi dolanıyordu.
Adam canı sıkkın vaziyette yatakta sırt üstü yatmış, tavanı ve odadaki eşyalara bakıyordu. Duvarın köşesinde asılı duran eski saat tıkırdamaya devam ediyor, her saniyesiyle içine biraz daha ağırlık bırakıyordu. Perdeden süzülen solgun sabah ışığı, yastığın kenarına vurmuş, ama onun içindeki karanlığa ulaşamamıştı.
Kalksa ne olacak, kalkmasa ne fark ederdi? Günler birbirine benzemeye başladığında, insan saati mi, takvimi mi, yoksa kendini mi kaybediyor, kestiremiyordu.
Telefon bir köşede sessizce duruyordu. Ne çalıyordu ne de bildirim sesi vardı; sanki onun ruh hâline ayak uydurmuş gibiydi. Adam sağ elini alnına koydu, gözlerini kapattı bir an. Düşünmek istemediği şeyler hemen oradaydı,göz kapaklarının arkasında. Kaçmak istedikçe yakalanıyor, unuttum sandıkça daha da canlı hatırlıyordu.
"Bir kahve mi yapsam, yoksa yine pencereyi açıp sigara mı yaksam?" dedi kendi kendine. Ama beden kalkmakta, ruh da karar vermekte zorlanıyordu. Sanki dünya sadece tavanla sınırlıydı artık.
Derken, dışarıdan geçen çocukların sesi geldi. İnce, neşeli çığlıklar... Bir an irkildi. Hayatın hâlâ sürdüğünü hatırlatan küçük bir ses gibiydi o. Ama neşenin ona uğramadığı bir sokaktan geçiyordu sanki bugün.
Yattığı yerden kalkmadan başını yana çevirdi, komodinin üzerindeki fotoğrafa göz attı. Tozlanmış çerçevede, eski bir gülümseme duruyordu: Kadının yüzü, hafif yana eğilmiş, gözleri sanki hâlâ ona bakıyordu. "Nasıl bu kadar zaman geçti?" diye düşündü. Aradan geçen yıllar bazı anıları silmişti ama onun sesi… hâlâ aynı berraklıkta çınlıyordu zihninde.
İlk ayrıldıkları sabah geldi aklına. Hava o gün de böyle donuktu. Kadın, sessizce kapıyı kapatmış, geriye dönüp bakmamıştı. Belki de haklıydı… Belki de hep sessiz kalması gerekiyordu bazı şeylerin.
Adam iç çekti. Geçmişin gölgesi bazen insanın omzuna öyle bir çöker ki, yerinden kalkmak bile cesaret ister. Ama o hâlâ oradaydı(yatakta), sabaha karşı düşüncelere gömülmüş, yaşamla arasında koca bir sessizlik olan bir adam.
Birden, telefon titredi. Sessizliğin ortasında gelen o kısa titreşim, sanki bir taşın suya düşüşü gibiydi. Gözleriyle telefona uzandı ama elini kaldırmadı. Kim olabilirdi ki? Aramayan, yazmayan herkes gibi, o da unutulmuştu çoktan.
Yine de, birkaç saniye sonra dayanamadı. Yavaşça doğruldu, ayaklarını yere bastı. Soğuk zeminin tenine değmesiyle irkildi ama bu bile iyi geldi bir nebze. Elini uzatıp telefonu aldı.
Ekranda tanıdık bir isim parlıyordu: Arif Amca.
Bir an dondu. Aylar, belki de bir yıl geçmişti en son konuşmalarının üzerinden. O yaşlı adam, çocukluğunun yaz akşamlarını, kahkahalı sohbetlerini, ilk bisikletini hatırlattı birden. Ve o yazlık evde, güneş battıktan sonra dinlenen hikâyeleri…
Arif Amca'nın mesajı kısaydı:
“Oğlum, bu akşam buraya gel. Bahçede otururuz biraz. Belki konuşmak iyi gelir…”
Adam başını eğdi, içinden bir şeyin hafifçe yer değiştirdiğini hissetti. Belki umut değildi bu, ama en azından harekete geçmeye yetecek bir şeydi. Ayağa kalktı. Gömleğini aldı, aynaya baktı. Kendine uzun süredir ilk kez dikkatle baktı.
Ceketini giyerken gözü saate takıldı 17.42. Hava kararmaya yüz tutmuştu. Ayakkabılarını giyip kapıyı açtığında, apartman boşluğunun ağır ve tanıdık sessizliği karşıladı onu. Merdivenleri inerken bastığı her adım, zihninde yankılanan bir düşünceye denk geliyordu.
“Sahi,” dedi içinden, “en son ne zaman gerçekten bir yere gitmek istedim?”
Sokağa çıkınca hafif bir rüzgâr yüzüne çarptı. Şehir, günün sonunda telaşla evine dönen insanlarla doluydu ama o, kalabalığın içinden sıyrılıp yalnızlığını sırtında taşıyan biri gibiydi. Bir dolmuşa bindi, cam kenarına oturdu. Camdan dışarı bakarken eski günleri düşündü. Arif Amca’yla mangal yaktıkları, gece gökyüzüne bakıp sustukları o sessiz yaz akşamlarını. Kimse bir şey demezdi ama herkes bir şey anlardı.
Dolmuş ilerledikçe, içindeki bulanıklık da yavaş yavaş çözülüyor gibiydi. Geriye sadece bir merak kalmıştı: Acaba bu akşam ona ne anlatacaktı Arif Amca?
Dolmuştan indiğinde gökyüzü mora çalmaya başlamıştı. Eski mahallenin toprak kokusu çarptı yüzüne yeni bir gün değil de, eski bir an gibi hissettirdi. Bahçe kapısının önünde durdu bir an. Paslı demir kapıdan içeri adım attığında, ayaklarının altındaki kuru yapraklar hışırdadı.
Arif Amca, bahçede eski tahta masanın başında oturuyordu. Üzerinde gri bir hırka, önünde iki çay bardağı vardı birisi boş, öteki ise buğulu. Sanki geleceğini biliyormuş gibi hazırlanmıştı her şey.
“Geç kaldın,” dedi hafifçe gülümseyerek, “ama hâlâ çay sıcak.”
Adam selam verip yavaşça yaklaştı, oturdu. Uzun bir sessizlik oldu. Rüzgâr, ağaçların arasında eski bir şarkı gibi dolanıyordu.
“Burayı özlemişim,” dedi adam, “her şey hâlâ yerli yerinde.”
Arif Amca başını salladı. “Yerler yerinde de… İnsanlar değişiyor. Ya da yoruluyor. Sen de yorgun görünüyorsun oğlum.”
Adam gözlerini kaçırdı. Bir şey söylemek istiyor ama kelimeler yola çıkmaya çekiniyor gibiydi. Sonunda başını kaldırdı:
“Bazen sabahları uyanıyorum, ama uyanmıyorum gibi... Bir şey eksik sanki. Ama adını da bilmiyorum.”
Arif Amca, bardağından bir yudum aldı, sonra yavaşça konuştu:
“İnsanın içi eksildi mi, dışı hiçbir yere varmaz. Bazı eksikler, susmakla değil, paylaşmakla dolar. O yüzden çağırdım seni. Yalnız kalma artık. Çünkü yalnızlık... zamanla kendine bile yabancılaştırır insanı.”
O gece geç saatlere kadar oturdular. Çay tazelendikçe sessizlik de yumuşadı. Adam geçmişten bahsetti gidenlerden, pişmanlıklardan, bazen susup sadece başını eğdi. Arif Amca ise dinledi… Yargılamadan, kesmeden, sadece dinledi. Çünkü bazı yaraları anlatmak değil, anlaşılmak iyileştirir.
Vedalaştıklarında gökyüzünde ay vardı artık. Adam kapıdan çıkarken bir şey fark etti: Omuzları daha hafifti. İçinde hâlâ kırıklar vardı, evet. Ama en azından artık kırıklarını tanıyordu, onlardan utanmıyordu.
Ertesi sabah uyandığında güneş perdesinden içeri süzülüyordu. Bu kez tavanı değil, pencereyi izledi. Kalktı, pencereyi açtı. Sokaktan gelen seslere kulak verdi, bir kadının bakkalla konuşması, bir çocuğun top sesi… Hayat hâlâ oradaydı.
Kahvesini alıp küçük defterini çıkardı. Uzun zamandır ilk defa bir şeyler karalamak istedi. Yazdığı cümle basitti ama güçlüydü:
“Bazen bir çay masasında, insan kendine döner.”
Ve o an, fark etti ki değişim büyük adımlarla değil, küçük kararlarla başlıyordu. Birini aramaya, affetmeye, gülümsemeye cesaret etmekle. İşte o gün, adam yeniden başlamanın ne demek olduğunu anladı.
Bir hafta geçti, belki de daha fazla… Adam sabahları daha erken kalkmaya başladı. Kahvesini içip pencereye yöneldiğinde, gökyüzü ona geçmişin gri gölgesini hatırlatmak yerine, taze bir umut bırakıyordu. Her gün bir adım daha attı, kendine yeni yollar bulmaya başladı. İş yerindeki rutininin dışına çıkmaya, daha fazla gülümsemeye, küçük şeyleri takdir etmeye başladığı o anı hatırlayarak gülümsedi.
Bir gün, Arif Amca onu yeniden çağırdı. Bu sefer bahçede değil, eve davet etmişti. “Gel, eski günlerden bahsedelim biraz,” demişti. Adam, kapıyı çaldığında içeri girerken, geçmişin sarmalından daha rahat çıkabilmişti.
O akşam, Arif Amca ona bir sırrını daha açıkladı. “Hayat, oğlum, başlangıçlarla dolu. Ama en zor başlangıç, kendinle barışmaktır.”
Adam, o gecenin ardından, bir kez daha gözlerini açtı. Bu sefer hayata değil, kendisine. Kendi içindeki yaralarla barışarak, yeniden başlamanın sadece dışarıdaki dünyayla değil, iç dünyayla da olacağını öğrendi.
Günler geçtikçe, adam değişen her şeyin farkına varıyordu. Artık eski haline dönmek, sanki başka bir insana geri gitmek gibiydi. Bir sabah, işe gitmek için evden çıkarken fark etti: Yolda yürürken, daha önce görmediği bir dükkânın vitrinine takıldı gözü. İçi kıpırdadı, nedense o dükkanı görmek istemişti. Hemen içeri girdi.
Dükkan, eski kitaplar, toprak kokulu defterler ve dergilerle doluydu. Adam birkaç dakika sadece vitrindeki kitapları inceledi. Tam çıkacakken, yaşlıca bir kadın geldi yanına.
“Yeni bir şeyler arıyorsun, değil mi?” dedi gülümseyerek.
Adam birkaç saniye sessiz kaldı, sonra başını salladı. “Evet… Ama ne aradığımı bilmiyorum.”
Kadın gülümsedi, sonra elini bir kitap rafına uzattı. “Belki de bunu arıyorsundur,” dedi. “Hayatındaki bir eksik parça.”
Kitabı eline aldığında, kadının dediği gibi, gerçekten de bir şeyler eksikti ve o kitap, o an içinde kaybolan şeyin ne olduğunu gösterdi. Kitap, eski bir günlük gibiydi, yazıları sararmış, kenarları yıpranmıştı.
“Hayat bazen, unutmak için hatırlatır,” dedi kadın, “ama sonunda, neyi unuttuğunu hatırladığında, doğru yolu bulursun.”
Adam, kitabı elinde tutarak dükkândan çıktı. İçinde bir şeylerin, yavaşça ama derinden yer değiştirdiğini hissediyordu. O gün, kitabı eline alıp eve dönerken, geçmişiyle yüzleşmeye ve kabul etmeye bir adım daha atıyordu.
Kitap, adamın gece boyunca elinden düşmedi. Her sayfa, bir parça daha açıyordu karanlıklarını. Zamanın, yılların üzerindeki tozu silmek gibiydi bu. Her satırda kendisini, geçmişindeki yaralı adamı daha net görüyordu. Ama bu, korkutucu değildi; aksine, bir rahatlama gibiydi. Bir zamanlar kaçtığı her şey, şimdi bir parça daha anlam kazandı.
Kitabın sonlarına geldiğinde, bir cümle vardı, çok derin bir şekilde dokundu:
“Bazen insanlar, kendilerini kaybettikleri yerlerde bulurlar. Kayıp, yeniden bulmak için ilk adımdır.”
Adam, kitabı kapattı. Bir süre sessiz kaldı. O an fark etti: Geçmişiyle barışması, unutmakla değil, kabul etmekle olacaktı. O kaybolmuş zamanları geri getiremezdi belki ama onları kucaklayarak, bir kez daha huzuru bulabilirdi.
Sabah, güneş doğarken, adam pencereye doğru yürüdü. Birkaç derin nefes aldı. Kendini, kaybolduğu her şeyin ortasında bulmuştu ama artık bir fark vardı: O eski adam değil, yeni bir insan vardı orada. Gözlerinde bir değişim vardı; bu, yalnızca zamanın değil, aynı zamanda kendi içsel mücadelesinin ve cesaretinin bir sonucuydu.
İçindeki huzur, artık o karanlık odanın kapalı kalmasını istiyordu. O eski yalnızlık, yavaşça silinip gitmişti.
Ve işte son noktada, adam o kaybolmuş parçayı bulmuştu: kendisini. Her şeyin yolunda olduğu, zamanın, kararların ve anların kaybolmuş gibi göründüğü o eski karmaşanın ardından, adam nihayet içsel bir barış bulmuştu. O kayıp, ona hayatının en büyük keşfini (kendini)vermişti. Ve şimdi, yeniden başlamaya hazırdı.
Kamil Erbil
 
Yorumlar
Yorum Gönder