SESSİZ PAYLAŞIM
SESSİZ PAYLAŞIM
Karımın ölümünden sonra, üç çocuğuma rağmen yalnız kaldım. İkisi kız, biri
erkek. Aynı apartmanda, kat kat üst üste yaşıyorduk; bu, rahmetlinin isteğiydi.
“Bugün iyiyiz ama yarını Allah bilir,” derdi. “Hepimiz bir binada olursak, yaşlandığımızda
bir yabancının değil evlatlarımızın eline kalırız. Ne olur ne olmaz...”
O zamanlar itiraz ettim. “Hayatım,” dedim, “niyetin güzel ama herkesin
kendine ait bir düzeni var. Aynı binada olmak, farkında olmadan fazla yakın
olmak demek. Görmememiz gereken şeyleri görebilir, duymamamız gerekenleri
duyabiliriz. Hem onlar üzülür, hem biz.”
Ama kararlıydı. Dört dairelik güzel bir apartman aldık. En alta biz
yerleştik, üstümüze yaş sırasına göre çocuklar.
Çok sürmedi; bir akşam üstü karım kalp krizinden vefat etti. Hayat tüm
maddi varlığıma rağmen çekilmez oldu. Günlerim torunlarla vakit geçirme ve
fabrikaya gidip gelmeyle geçiyordu. Ama işleri evlatlarıma bırakmıştım. Yüzde
elli beş hisse hâlâ bendeydi; kalan hisseleri, zamanında çocuklara vermiştik. Son
söz, hâlâ bana aitti.
Oğlum sık sık, “Baba, artık hisselerini bize devret. Yarın Allah gecinden
versin bir şey olursa, zaten bizim olacak,” diyordu. Kızlarım ve damatlarımın
da aynı fikirde olduğunu biliyordum. Tecrübeyle savuşturuyordum bu sözleri. Ama
daha ne kadar?
Sonra bir baş ağrısı başladı. Sessiz, sinsi bir ağrı. Kimseye söylemeden
eski dostum nörologun kapısını çaldım. “Bu iş ciddi,” dedi. Tetkikler, MR’lar
derken beynimin ön kısmında bir ur tespit edildi. Ameliyat gerekiyordu.
Kafatasını açmadan, burnumdan girip alacaklardı.
“Hayatını kurtarırız,” dedi doktor. “Ama ameliyattan sonra hiçbir şeyin tadını
alamazsın. Elma da yesen, simit de... Hiçbirinin farkını anlamazsın.”
O akşam çocuklarımı topladım. Durumu anlattım. Önce kızdılar. “Neden en son
biz öğreniyoruz?” dediler.
Ameliyat yapıldı. Patoloji sonucu kötü çıktı: ur habismiş. Işın ve ilaç
tedavisi başladı. Başka bölgelere de sıçramıştı. O gün doktora yalnız gittim.
“Söyle hocam,” dedim. “Ne kadar vaktim kaldı?”
Pencereye yürüdü, sustu. Sonra yavaşça döndü: “En fazla bir yıl.”
Eve döndüm, çocuklara bir şey söylemedim. Zaten biliyorlardı. Ertesi gün,
“Bir süre yazlığa gideceğim,” dedim.
Oğlum, “Tedavi ne olacak?” dedi.
“Fayda etmeyecek bir tedaviyi neden sürdüreyim? Son zamanlarımı huzurla geçirmek
istiyorum.”
Yazlığa beraber gittik. Yolda oğlumun gözleri aynadan bana takılıyor, bir
şey söylemek istiyor ama dili varmıyordu. Eve vardık. Yardımcılarımız kapıda
hazırdı. Çocuklarımı salonda topladım.
“Ne söyleyeceksen söyle, oğlum,” dedim.
Küçük kızım konuştu:
“Baba, sakın bizi yanlış anlama. Kardeşler arasında ileride sorun olmasın diye
her şeyi kendi aramızda konuştuk. Şu kâğıtta bir paylaşım planladık.
Hayattayken bunu senin elinle yapmanı istiyoruz.”
Kâğıdı elime verdiler. Uzun uzun çocuklarımın yüzüne baktım.
Yabancılaştılar birden.
“Ben öldükten sonra zaten hepsi sizin olacak. Neden acele ediyorsunuz?” dedim.
Oğlum:
“Sen şimdi yaparsan kardeşler arasında tartışma olmaz. Ölümünden sonra bir
dava, bir satış, bir miras kavgası çıkarsa hem biz yanarız, hem servet.”
Baktım da yıllar boyunca büyüttüğüm, emek verdiğim çocuklarım artık sadece
paylarını hesaplayan ortaklara dönüşmüş.
Ve ben, sadece yediklerinin tadını değil, hayatın tadını da artık alamayan
bir adamdım...
Kamil Erbil
Yorumlar
Yorum Gönder