Sessizliğin Bedeli

 Sessizliğin Bedeli

Hastane koridorları sessizliğe bürünmüş, zaman sanki ağır bir battaniye gibi duvarlara sinmişti. Kemal, plastik sandalyeye çökeli saatler olmuştu. Gözleri sabit bir noktaya takılı, zihni ise darmadağınık düşüncelerle doluydu. Ne saatin ilerleyişini ne de etrafında olup biteni umursuyordu. Yalnızca büyükbabasının yüzü, başındaki bandaj, gözlerinin kapalı hâli ve o solgun teni… Hepsi gözlerinin önüne kazınmış gibiydi.

Yüzünde hâlâ tazeliğini koruyan bir darbe izi vardı. Kimseye göstermemeye çalıştığı, ama aynaya her bakışında içine işleyen o iz. Dedesinin o hâlini gördükten sonra her şey değişmişti. Artık çocuk değildi. Artık bekleyen değil, harekete geçmesi gereken biriydi.

Annesi yanına oturduğunda ikisi de bir şey söylemedi. Sözler kifayetsizdi. Aralarındaki sessizlik, yalnızca yüreklerin bildiği bir dilden konuşuyordu. O gece, sadece bedensel değil, ruhsal bir çöküş yaşanmıştı. Bir aile geçmişiyle, hatıralarıyla, gelenekleriyle sarsılmıştı.

Sabahın ilk ışıkları koridorlara sızarken hastane de yavaş yavaş uyanmaya başladı. Görevliler, hemşireler, yeni vardiyaya gelen doktorlar… Herkes bir yerlere yetişme telaşındaydı. Ama Kemal için zaman donmuştu sanki. Elinde tuttuğu kahve bardağına bile duyarsızdı. Sıcaklığı ellerini yakmıyordu. Hissetmiyordu.

Bir doktor yaklaştı. Genç bir kadındı, yüzünde yorgun ama net bir ifade.

“Dedenizin durumu ciddiyetini koruyor,” dedi. “Şu an yoğun bakımda. Müdahaleye yanıt vermesini bekliyoruz. Kalbi bir süre durmuş olabilir.”

O an tüm kelimeler silindi zihninden. Sadece o cümlede takılı kaldı: Kalbi durmuş olabilir. Daha dün telefonda konuşmuşlardı. Dedesinin sesi hâlâ kulaklarındaydı. “Sana reçel yaptım,” demişti, “gelince kavanozla vereceğim.” Şimdi o kavanoz da, anılar da, her şey bir bilinmezliğe gömülmüştü. Reçel bile yarım kaldıysa, insan nasıl tamamlanırdı?

Aklına evde gördüğü manzara geldi. Devrilmiş masa, kırık eşyalar, yere saçılmış ilaçlar… Bir şey olmuştu. Sadece yaşlılıkla, sadece sağlıkla açıklanamayacak bir şey. Birileri mi girmişti? Bir şeyler mi karıştırılmıştı?

Cebinden telefonu çıkardı. Elleri titreyerek annesini aradı.

“Anne, sizle konuşmam lazım,” dedi. “Ev… garipti. Sanki biri karıştırmış gibiydi.”

Annesi kısa bir sessizlikten sonra yanıtladı:

“Ben de aynı şeyi düşündüm. Ama bilmemiz mümkün değil, değil mi? Sadece tahmin.”

Tam o anda koridorun diğer ucundan bir hemşire koşarak yaklaştı.

“Kerim Bey’in torunu siz misiniz?”

Kemal ayağa fırladı.

“Evet.”

“Lütfen bizimle gelir misiniz? Nineniz konuşmaya başladı.”

Zaman bir anlığına tekrar hızlandı. Kalbi göğsüne sığmaz olmuştu. Ayağa kalkarken elindeki kahve bardağını düşürdü, sıcak sıvı halıya yayıldı ama umursamadı. Odaya adım attığında, ninesi başını hafifçe ona çevirdi. Gözleri yorgun ama sıcaktı. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme vardı.

“Seni bekliyordum,” dedi kadın. “Gece rüya gibiydi. Ama şimdi buradasın. Gerçeksin, değil mi?”

Kemal cevap veremedi önce. Yalnızca gözlerinden süzülen yaşlar konuştu onun yerine. Sonra kısık bir sesle, boğuk ama kararlı bir şekilde, “Gerçeğim, nine. Buradayım,” diyebildi.

Ve o anda bir şeyler değişti. Kemal’in içinde bir kararlılık filizlendi. Bu işin peşini bırakmayacaktı. Bu sır perdesi aralanacak, hak yerini bulacaktı. Ailesi yalnızca geçmiş değil, bir sırdı artık. Ve o sır çözülmeden hiçbir şey tamamlanmayacaktı.

Hastane odasında sessizlik hâkimdi. Ninesi, yastığa yaslanmış solgun ama bilinci yerinde bir halde yatıyordu. Kemal, başucunda elini tutuyordu. Onun elleri hep narin ve sıcaktı, ama bu kez hem yaşlılık hem de yaşananların yüküyle biraz titrek, biraz ürkekti.

“Dinle beni evladım,” dedi kadın, “çünkü bunları senden başka kimse duymamalı.”

Kemal başını salladı. Kalbi küt küt atıyordu. Ninesinin sesi yumuşak ama sarsıcıydı.

“Bundan çok önce… senin bilmediğin zamanlarda… dedenle bir anlaşmazlığımız oldu. Mahallenin dışından, eski bir dostumuzla ilgiliydi bu mesele. Bir toprak parçasıydı, küçük ama değerli. Deden doğru olanı yapmak istedi ama… karşısındaki insanlar temiz değildi. Tehdit ettiler, susturmaya çalıştılar.”

Kemal dikkat kesilmişti. “Kimdi onlar?”

“Biri, yıllar sonra belediyede görev aldı. Diğeri ise... o zamanlar sadece bir 'mahallenin delikanlısıydı', şimdi ise el altından işleri yürüten bir adam oldu. Biz yıllarca sustuk. Sen daha bebektin. Deden bu işi mahkemeye taşımak istedi ama evin önüne bir gece uyarı bırakıldı. Sessiz kalmazsak başımıza daha kötüsünün geleceği söylendi.”

Kadın derin bir nefes aldı, sonra gözlerini duvara dikti.

“Geçen hafta, deden bu insanlardan biriyle karşılaştı. Yıllar sonra tekrar. Onun hâlâ aynı yöntemlerle başka yaşlıları da tehdit ettiğini öğrendi. Yine yolsuzluk, yine sus payı. Deden dayanamadı. Onları polise bildirmeye karar verdi.”

Kemal’in gözleri irileşti. “Peki o gece? Evde olanlar?”

Ninesi başını eğdi.

“Dedenle tartıştılar. Adamlar içeri girmiş. Ben başka odadaydım, bağrışmaları duydum ama geç kaldım. Deden yere düştüğünde hâlâ ayaktaydılar. Ama korktular. Ambulans gelmeden kaçtılar.”

O an Kemal'in zihninde parçalar birleşmeye başladı. O gece gördüğü dağınıklık, kırık eşyalar, dedesinin birden bire fenalaşması... Hepsi bir tesadüf değildi. Bu, yıllar öncesinden süregelen bir hesabın son perdesiydi. Ve şimdi artık ortada susulacak bir şey kalmamıştı.

Kemal, ayağa kalktı. Ninesinin elini nazikçe öptü.

“Artık bu işin sonunu getirmek bana düşer,” dedi. “Deden yalnız kalmayacak. Gerçek ortaya çıkacak.”

O gün hastaneden ayrılırken gökyüzü açıktı. Ama içindeki fırtına dinmemişti. Kemal, adım adım olayın izlerini sürdü. Dedesinin konuştuğu komşularla görüştü, kamera kayıtlarını araştırdı, savcılıkla temasa geçti. Elindeki bilgileri bir araya getirdi. Ve sonunda, yıllardır susan mahalle de konuşmaya başladı. Artık korkunun yerini vicdan alıyordu.

Birkaç hafta sonra, Kemal yine aynı koridordaydı. Ama bu kez başka bir görevle oradaydı. Basına sızan görüntüler, toplanan şikâyet dilekçeleri ve deliller sayesinde sorumlular gözaltına alınmıştı. Dedesinin odasına girdiğinde, yaşlı adam gözlerini açmış, hafifçe başını ona çevirmişti.

“Sen yaptın değil mi?” dedi yorgun ama gururlu bir sesle.

Kemal gülümsedi. “Hayır dede. Biz yaptık. Sen, anneannem, ben… yıllar boyu susan herkes.”

Yaşlı adamın gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Belki pişmanlık, belki rahatlama. Belki de nihayet gelen adaletin tadıydı bu.

O an Kemal anladı ki bir aile sadece kan bağıyla değil, birlikte göğüs gerilen acılarla, üstesinden gelinen sessizliklerle kuruluyordu. Ve bazen en derin bağlar, en karanlık sırların aydınlanmasıyla güçlenirdi.

Kamil Erbil


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AYAKKABI BOYACISI

OTUR.. SIFIR...

Tadı Kalmadı