Geç Kalan Mektup



 Geç Kalan Mektup

Sonbaharın sarıya çalan hüznü, yaşlı adamın bastonuna yansıyan gölgeler kadar uzundu. Yapraklar ayaklarının altında ezilirken, o her çıtırtıyı geçmişten gelen bir fısıltı gibi dinliyordu. Bahçenin ucundaki banka ulaştığında bir süre ayakta kaldı, bastonuna yaslandı. Altındaki şehir, renk renk boyanmış ovayla birlikte uzanıyordu. Gözlerinde biriken yaş değil, yıllardı.

O banka oturduğunda gözleri değil, yüreği seyre daldı. Annesi, yağmurlu bir pazar günü onu doğurmuştu. Anneannesinin yanında geçen ilkokul yılları, sonra köye dönüş, sonra ilde okunan lise... Derken askerden sonra o kuruma girdiğinde kimse onu fark etmemişti. Ama yıllar geçti, en alt basamaktan girip en üstte emekli olmuştu.

Çocukları vardı. Bir oğlu, bir kızı… Ama oğlu yıllarca ona yük olmuştu. İş tutmaz, ticaret beceremez, ama her seferinde babasının kapısına gelip el açardı. Kadın hasta düştüğünde kaçan, yoğun bakımda uyurken arayıp sormayan yine onlardı. Sonunda eşi de gitti. Herkes çekip gidince adam yalnız kaldı. Tek sırdaşı, artık çalmadığı ud’un hatırasıydı.

Altı yıldır kaldığı huzurevinde o gün, şehrin manzarasına bakarken gelen sesle irkildi.

"Amca, ziyaretçin var," dedi Müdüre Hanım. “Oğlun gelmiş.”

Adam bakışlarını uzaklardan çekip kadının yüzüne çevirdi. “Şimdi mi?” dedi kısık bir sesle.

Kadın yanına oturdu, ısrar etti. “Bir konuş, benim hatırım için.”

Adam yavaşça başını salladı. “Senin hatırın için...”

Biraz sonra oğlu geldi. “Nasılsın baba?” dedi ve elini uzattı.

Adam elini vermedi. Yüzünde donuk bir ifade vardı. “Bu soruyu sormakta biraz gecikmedin mi?”

Oğlan kıvırdı. “Yoğunluk… işler...”

“Hayrola, söyle bakalım neyin var?” dedi adam, bastonuna dayanarak doğruldu.

Oğlan başını eğdi. “Baba... bir arkadaşla iş kuracağız, ama bankaya ipotek göstermek için bir mülk lazım. Senin evi düşündüm...”

Bir anda yaşlı adamın gözleri parladı. Bastonuyla yere bir darbe vurdu. “Yazıklar olsun!” diye bağırdı. “Benim son kalan yuvamı da mı alacaksın ha?!”

Oğlan, “Baba o kadar da büyütme,” deyince adam iyice celallendi. “Sus! Şimdiye dek her şeyini karşıladım. Bir gün bile başımı dik tutturmadın. Annen ölürken neredeydin ha?!” Gözleri doldu. “Ben seni şimdi değil, yıllar önce kaybettim.”

O an müdüre hanım yetişti. Adamın koluna girdi, “Gel amca, gidelim.”

Oğlan pişkin pişkin bakıyordu hâlâ. Müdüre hanım arkasını döndü, “Çıkışı biliyorsun. Lütfen git.”

Yağmur çiselemeye başlamıştı. Adam yürürken bir kez durdu, bastonunu kaldırdı. “Beni bekleyen bir mektup var,” dedi. “Ama bu mektup, hiç gönderilmeyecek bir zarfta.”

“Ne mektubu amca?” dedi kadın.

Adam, “Bir evlattan gelebilecek bir özür… O hiç yazılmadı ki.” dedi ve ağır adımlarla içeri girdi.


Kamik Erbil


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AYAKKABI BOYACISI

OTUR.. SIFIR...

Tadı Kalmadı