Olmaz Dediğin...

 


Olmaz Dediğin...

Yıllar aktı gitti. Ne zaman başladım bu işe, ne zaman emeklilik kapıya dayandı, inanın hatırlamıyorum bile. Sabahları erken kalkmanın alışkanlığı, öğle yemeğine beş dakika geç gitmenin bile suç sayıldığı o düzen... Her şey bir rutine dönüşmüştü. Kimseye zararım dokunmasın, işimi hakkıyla yapayım derken, hayatın içinden süzülüp geçmişim.

Derken bir gün dediler ki, “Artık senin zamanın geldi.” Önce buruk bir sevinç sardı içimi. “E, ne güzel,” dedim kendi kendime. “Az da olsa emekli aylığı, üstüne bir de tazminat... Artık dinlenirim.”

Ama insan plan yapar da sistem gülermiş.

Dilekçemi verdim, çıkışımı aldım. Dosyam tamam, evraklar düzgün. Gün geldi, odamdaki kupamı, birkaç kalemi poşete koydum, masasını yıllardır paylaştığım dostlarla vedalaştım. O an tuhaf bir boşluk olur ya, hani yıllarca bastığın zeminin altından çekildiğini hissedersin, işte tam öyle bir şeydi.

Evde çay demlendi, eş dost aradı. “Hayırlı olsun,” dediler. Herkes bir tebessümle konuştu. Ama bir tek ben, içimden geçen o cümleyi bir türlü susturamadım:

Tazminat ne zaman yatar acaba?

İlk hafta sabrettim. İkinci hafta, "daha çok erken" dedim. Üçüncü hafta, “normaldir,” diye oyaladım kendimi. Ama bir ay geçip de hâlâ banka kartımı takıp “bakiyeniz yetersiz” yazısını görünce, içimde ince bir sızı başladı. Telefon ettim, sordum. “Sıradasınız,” dediler. “İmzaya kaldı,” dediler. “Şu kurul geçsin,” “o müdür gelsin,” “şuna da onaylatın”...

Anladım ki mesele para değil. Mesele, senin oradaki ağırlığın, ya da başka bir deyişle, seni hatırlayıp hatırlamadıkları...

Bir dostla çay içiyorduk bir gün. Derdimi açtım. Uzun uzun anlatmadım, çünkü dert uzun da olsa anlatan yorgundur artık. “Bekliyoruz,” dedim sadece. O da çok konuşmadı. Elini çantasına uzattı, eski bir ajanda çıkardı. Bir şeyler karaladı. Sonra konu değişti.

Aradan sadece iki gün geçti. Sabah telefonum çaldı. Bankadan mesaj gelmiş. Gözlerim uykuluydu ama o rakamlar bir anda ayılttı beni.

Tazminat yatırılmıştı.

İlk başta bir yanlışlık olmalı sandım. “Yatmamıştır da sistem mi hata verdi acaba?” diye düşünerek bankamatiğe yürüdüm. Kartı taktım, şifreyi girdim… Aynı rakamlar. Aynı mesaj. Gözlerimin önünde.

Durdum. Bankanın mermer duvarına yaslandım, yüzüme sabah güneşi vuruyordu. Hafif bir rüzgâr, yoldan geçen bir kamyonun uğultusu... Dünya olduğu gibi devam ediyordu. Ama içimde, o an bir şey değişti.

Sanki yılların sessizliği, iki günlük tanıdık bir notla çözülüvermişti.

İşte o an, içimden şu kelimeler döküldü:

“Demek ki bazı işler, hakkınla değil; kimin hatırladığıyla halloluyormuş.”

Buna sevineyim mi, üzüleyim mi bilemedim. Ama şunu çok iyi anladım:

Hayatta bazen beklemek değil, beklenmek çözüm getiriyor. Bazen en sade selam, en kalabalık dilekçeden daha çok kapı açıyor.

Yıllarca çalıştım. Gözüm yüksekte olmadı. Görevimi yaptım, hakkımı istedim. Ama öğrendim ki, hak bazen rafta kalır, hatır devreye girince çıkar.

Bankadan çıktım, yürüdüm. Yolun kenarına oturdum, ayakkabımın bağcığını düzelttim. Uzakta bir çocuk top peşinde koşuyordu. İçimden sadece şunu geçirdim:

“Sen sağ, ben selamet...”

Kamil Erbil


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AYAKKABI BOYACISI

Tadı Kalmadı

OTUR.. SIFIR...