Manifaturacı
Manifaturacı
Bizim çocukluğumuzda yaz tatili, şimdiki gibi gezmek, oyun oynamakla geçmezdi. Anneler babalar, “Çocuk boş durmasın, iş görsün, ekmeğin kıymetini öğrensin” der, ya bir akrabanın, ya da komşu esnafın yanına çırak olarak verirlerdi. Böylece çocuk hem zamanını değerlendirmiş olur, hem de hayata dair bir şeyler öğrenirdi. Ben de o yıllardan birinde, komşumuz Ahmet amcanın manifaturacı dükkânında çıraklık yaptım.
Ahmet amca ellili yaşlarını geçmiş, güler yüzlü, babacan bir insandı. Müşterisiyle şakalaşır, çırağına iyi davranır, kapısından gireni boş çevirmeyen esnaftandı. Tek derdi safra kesesiydi; sancı tuttu mu alnından boncuk boncuk ter dökerdi ama sesini çıkarmazdı.
Dükkâna ilk başladığım gün annem bana öğüt verdi:
“Bak oğlum, bazı esnaflar çıraklarını denemek için dükkânın bir yerine para bırakır. Çırak onu cebine mi atacak, yoksa bulup ustasına mı verecek, onu anlamak isterler. Sen bir şey bulursan mutlaka Ahmet amcana götür.”
Nitekim rafları düzenlerken kumaşların arasından sık sık paralar çıkardı. Ben de her defasında “Bunu şurada buldum, buyur abi” derdim. Ahmet amcanın gözlüğünün üzerinden bana bakıp gülümsemesi, hâlâ gözümün önünde.
Dükkân rengârenk kumaşlarla doluydu: basmalar, ipekler, kadifeler… Raflarda parıldayan makaralar halinde gelin telleri… İlk günler kumaşları ayırt etmekte zorlandım, ama kısa sürede metreyle ölçmeyi, düzgünce kesmeyi öğrendim. Müşteri hangisini seçerse ben çıkarır, ölçer, paketlerdim.
En çok düğüncülerin gelişi hoşuma giderdi. Kalabalık bir grup halinde gelirler, önce tatlı bir sohbet edilir, sonra kahveci çağrılır, kim ne isterse söylenirdi. Kumaşlar seçildikçe dürülür, tezgâhın köşesine yığılırdı. Alışveriş bitince alınanlar mutlaka dükkânın hediyesi olan bir sofra bezine sarılır, bazen de birkaç makara gelin teli torbaya atılırdı. Hesap tamamlanınca Ahmet amca her zamanki gibi gülerek düğün sahibine dönerdi:
“Hadi, şimdi çırağın bahşişi!”
İşte o an benim için en güzel andı. Düğün sahibi gönlünden ne koparsa bana verirdi, dünyalar benim olurdu.
Pazar günleri dükkânın önüne sergi açılırdı. Renk renk kumaşlar kapının önünde dalga dalga serilir, kadınlar elleriyle yoklar, kendi aralarında fısıldaşarak seçerlerdi. Akşamüstü olunca, ertesi gün komşu ilçenin pazarına gidecek kumaşlar koca koca “harhar” denilen çuvallara doldurulur, ağzı dikilirdi. Çuvalları hammallar sırtlar, kamyona yüklerdi. Biz de otobüste esnaflara yer ayırtmak için koltuklara çaput bağlardık.
Panayırlar ise bambaşka bir heyecandı. Günlerce süren panayırda dükkândaki mallar kulübelerde satılırdı. Ben de Ahmet amcayla giderdim. Gündüzleri kalabalığın içinde koşturur, geceleri kulübede yatardık. Ahmet amca sabahları cebime harçlık koyar, “Haydi şöyle bir dolaş, ne var ne yok bak bakalım,” derdi. O parayla panayırı gezmek, çocuk yüreğim için dünyalara bedeldi. Hem de panayırlarda verdiği haftalık, dükkândakinin iki katı olurdu.
Yıllar geçti, ben büyüdüm. Ahmet amca yaşlandı. Manifaturacılık ağır gelmeye başlayınca evinin altındaki küçük dükkâna taşındı. Bir süre daha çalıştı, sonra işi bıraktı.
Bugün o günleri hatırladığımda gözümün önüne yine aynı sahne gelir: raflarda sıra sıra kumaşlar, müşteriyle şakalaşan babacan bir usta, alnından süzülen boncuk boncuk terler…
Allah rahmet eylesin. İyi bir insandı. Nur içinde yatsın.
Kamil Erbil
Yorumlar
Yorum Gönder