EVLATLIK
EVLATLIK
Kasabanın çıkışındaki tren garında, yağmurlu bir sabah küçük bir oğlan bulundu. Üzerinde ince bir gömlek, ayakkabıları delik deşikti. Ne cebinde bir kâğıt, ne de kim olduğunu gösteren bir işaret vardı. Sadece boynuna asılı eski, paslı bir madalyon… İçinde hiçbir şey yazmıyordu.
Gar görevlileri saatlerce bekledi. Belki birisi gelir de sahip çıkar diye umut ettiler. Fakat kimse çıkmadı. Çocuk, her geçen trene gözlerini dikip “beni de götürün” der gibi bakıyordu. Bir ara kısık sesle sordu:
— Annemi gördünüz mü?..
Kasabada ona sahip çıkan tek kişiler, çocuğu olmayan öğretmen çift, Ayşe Hanım ile Cemal Bey oldu. Evlat özlemiyle yanıp tutuşan bu insanlar, küçük oğlanı bağırlarına bastılar ve adını “Deniz” koydular.
Deniz büyüdükçe gariplikler de çoğalmaya başladı. Bazen gecenin bir yarısı çığlıklarla uyanıyor, bazen kimsenin bilmediği melodiler mırıldanıyordu. En çok da boynundaki madalyonu elinden düşürmüyordu. Ona sorduklarında, “Bunu bana annem taktı… ama yüzünü hatırlamıyorum,” diyordu.
Yıllar sonra kasabaya gelen yabancı bir adam, Deniz’i görünce donakaldı. Dudaklarından titrek bir fısıltı döküldü:
— Bu çocuk… yaşıyor mu hâlâ?..
Ayşe Hanım irkildi:
— Tanıyor musunuz çocuğu?
Adam gözlerini kaçırdı:
— Ben sadece… benzettim, dedi.
Ve kaybolup gitti. O günden sonra Deniz’in kabusları sıklaştı. Rüyalarında karanlık bir ev, çığlık atan bir kadın ve gökyüzünü kaplayan kırmızı bir ışık görüyordu.
Bir gün Cemal Bey, madalyonu incelerken ilginç bir şey fark etti. Kapağın iç yüzeyine kazınmış soluk bir harf vardı: “R”. O harf, sanki Deniz’in bilinmeyen geçmişine açılan bir kapının anahtarıydı.
Derken, kasabanın yaşlılarından biri Deniz’i görünce elindeki çayı yere düşürdü. Yüzü bembeyaz kesildi.
— O çocuk… hâlâ hayatta! dedi.
Çevresindekiler sordular, ama yaşlı adam daha fazla konuşmadı. Sadece,
— Eğer gerçeği öğrenmek istiyorsan, tren yolunun sonunda, harabe eve git, dedi.
Deniz, kalbinde büyüyen o boşluğu doldurmak için gece vakti gizlice o eve gitti. Kapı gıcırdayarak açıldı, içeriden kesif bir rutubet kokusu yayıldı. Yerde sararmış gazete tomarları vardı. İlkini açtı, gözleri manşete takıldı:
Haberdeki fotoğraf, Deniz’in küçüklük haline aitti. O an kalbi göğsünden çıkacak gibi attı. Demek ki o yangının tek sağ kalan tanığı kendisiydi.
Arkasından bir ses duyuldu:
— Demek sonunda buldun…
Kapıda duran, yıllar önce kasabaya uğrayıp kaybolan yabancı adamdı.
Adam yavaş adımlarla yaklaştı, gözleri doluydu.
— Sen… benim kardeşimin oğlusun. O gece çıkan yangında herkes öldü. Ama seni gizlice kaçırıp buraya getirdiler. Kimseye anlatamadım, yıllarca sustum.
Deniz’in dizlerinin bağı çözüldü. Demek geçmişindeki sis perdesi şimdi aralanıyordu. O an anladı ki kan bağı değil, kendisine yürekten sahip çıkan insanlar asıl ailesiydi. Ayşe Hanım ve Cemal Bey olmadan hayatta kalamazdı.
Adam hıçkırarak konuştu:
— Affet beni… seni arayacak cesareti bulamadım.
Deniz gözyaşları içinde başını salladı.
— Benim ailem var, dedi. Ama sen de artık hayatımda olabilirsin.
O gece, tren yolunun ucundaki harabe evde, yıllar süren bir gizem çözüldü. Deniz geçmişini öğrendi ama asıl gerçeği de kavradı: Aile bazen kanla değil, kalple kurulur.
Kamil Erbil
Yorumlar
Yorum Gönder