Hamileyim
Hamileyim
Almanya, benim için sadece bir doğum yeri değil, zihin ve ruh kalıbımın şekillendiği soğuk, rasyonel bir laboratuvardı. Babamın iş arayışıyla başlayan bu göç, kısa sürede annemin varlığıyla bir yuvaya dönüşmüştü; ama o yuva, Alman orta sınıfının titiz kurallarının gölgesindeydi. Tüm eğitimimi burada tamamladım. Anaokulundan sonra girdiğim okul, bir kariyer fabrikası gibiydi ve ben, son sınıfa geldiğimde, o fabrikanın en parlak ürünüydüm. Notlarım, kapıları açan sihirli bir anahtardan farksızdı. Üniversite öncesi mesleki yönlendirme programı, bu parlaklığın resmi onayıydı: Okulumuzdan başvuran on dört iddialı genç arasından seçilen iki öğrenciden biriydim. Geleceğim, kusursuz bir mimari eseri gibi planlanmıştı.
Bu mükemmeliyetçi okulu üstün başarıyla bitirdikten sonra, doğal akışla Hukuk Fakültesi’ne girdim. İşte tam bu profesyonel yolculuğun başında, kişisel tarihimin en büyük kırılması yaşandı. Liseden çok yakın arkadaş olduğum kız arkadaşım da aynı fakülteye kaydolmuştu. Başlangıçtaki mesafeli dostluk, fakültenin kütüphanelerinde, gece yarısı ders notları arasında paylaşılan gizli bakışlarla eridi. Zamanla, arkadaşlığımız, kimsenin bilmediği, kimsenin görmemesi gereken tehlikeli bir çekime, ‘daha fazlası’na dönüştü. İkimiz de, bu ilişkinin doğuracağı sonuçları görmezden geliyorduk; sadece anlık duyguların sıcaklığına sığınıyorduk.
Mezuniyete sadece bir dönem kalmıştı. Hukuki terimlerin, ceza kanunlarının ezberlendiği son aylardı. Bir gün, fakültenin kuytu bir köşesinde, adımı fısıldadı ve beni yanına çağırdı. Yüzü bembeyazdı, gözlerinde tarif edemediğim bir panik ve karar vardı.
— Ben hamileyim!
Sözcükler, havada asılı kalan kristal bir şok dalgası gibiydi. Beynim, bir anda durdu.
— Nasıl yani?
— Anlamadın galiba, hamileyim!
Ellerim çaresizlikten iki yana açıldı. O anki halim, yüzlerce davayı kazanmış bir avukat adayı olmaktan çok, hayatın karşısında donakalmış bir çocuk gibiydi. Kulaklarımda uğultular yükseliyordu. Bu, planlanmış, disiplinli hayatımın tam ortasına düşen bir bombaydı. Hukuk kurallarının dışındaki kaosu yaşıyordum.
— Aldırmayı hiç düşündün mü? diye sordum, sesim bir itiraf kadar alçak ve titrek çıktı.
Bana fırlattığı öfke dolu bakış, tüm savunma mekanizmalarımı kırdı.
— Sen şimdi çocuğu aldırmamı mı istiyorsun?
Cevap veremedim, sadece başımı salladım. Bu sessiz onay, ilişkimizin en yıkıcı anıydı.
— Ben sevineceğini sanmıştım…
— Sen sevineceğine beni azarlayacaksın!
Derin bir nefes aldım. Yapılacak bir şey kalmamıştı. Kabulleniş, bir teslimiyetten farksızdı.
— Hayırlısı olsun.
Kız arkadaşımın ailesi Türkiye’den gelmiş, Almanya’da kısa sürede bir iş imparatorluğu kurmuşlardı. Varlıkları, bizim orta halli, emekle geçinen ailemizin yaşam tarzından kilometrelerce uzaktaydı. Bu ilişki, her iki sosyal çevreden de saklanan, adeta bir yeraltı akımıydı. Kız arkadaşım, ailesinden ayrı, şehrin daha gözde bir bölgesinde kendi evinde yaşıyordu. Uzun ve gergin saatler süren konuşmalarımızda, tüm ısrarlarıma, tüm mantıklı uyarılarıma rağmen bebeği dünyaya getirme kararından vazgeçme.
Kararını verdikten sonra, kız arkadaşım aniden hayatımdan çekildi. Ne bir mesaj, ne bir veda. Kayboldu. Yaptığım araştırmalar, fakülte koridorlarındaki fısıltılar, hepsi boşunaydı. Ailesiyle konuşma cesaretini asla gösteremedim. Sadece ortak arkadaşlarımız aracılığıyla, "bir süre Amerika’ya gittiği" yönündeki, muhtemelen ailesine yutturulan, yetersiz bilgiyi edinebildim. Hamileliğinden benim dışımda kimsenin haberi yoktu; o, sırrını büyük bir titizlikle korumuştu.
Okulu bitirdim, cübbeyi giydim ve bir avukat olarak profesyonel hayatıma başladım. Başarı merdivenlerini tırmanıyordum ama zihnimdeki boşluk, kazandığım davalarla dolmuyordu. Kız arkadaşım, aklımdan çıkmayan bir hayalet gibiydi. Bir yıl kadar sonra, artık o meşgul, resmi ofiste sekreterim beni aradıklarını söyledi. Ahizeyi elime aldığımda, o sesi tanıdım: Soğuk, mesafeli ve aynı anda çarpıcı.
— Benim!
— Nerdesin? Aylarca seni aradım, bulamadım.
— Güney Afrika’daydım. Çocuğumu orada doğurdum.
Sözcükler bir kurşun gibiydi. Başım dönmeye başladı. Sandalyeme tutunarak konuştum:
— Anlatsana…
— Neyi anlatayım? Seni aramamın tek sebebi, artık bir çocuğumuzun olması.
— Kız mı, oğlan mı?
— Senin için fark eder mi?
— Niye etmesin, ben baba olmadım mı?
— Şu anda bilmen gereken tek şey, bir çocuğumuz olduğudur.
Sesindeki ton, hiçbir tartışmaya yer bırakmıyordu; adeta bir emir veriyordu.
— Ne demek istersin?
— Dinle! Onu burada bir bakımevine vereceğim, Almanya’ya döneceğim. Her ay masraflarını karşılayacağım. Sonra seninle konuşup, ne yapacağına birlikte karar vereceğiz.
— Ne diyorsun sen?
— Ya dinlersin ya telefonu kapatırım!
— Tamam, dinliyorum…
Cevap vermedi. Telefon kapandı. Sırtüstü kanepeye uzandım. Sekreterime akşama kadar telefonuma kimseyi bağlamamasını söyledim. Bu haberin ağırlığı altında eziliyordum. Bir oğlum vardı, ama o, binlerce kilometre uzaktaki yabancı bir kıtada, bir bakımevine terk edilmek üzereydi.
Birkaç hafta sonra, kendisi ofisime geldi. Göz göze geldiğimiz an, aramızdaki tüm eski sıcaklığın tamamen yok olduğunu anladım. Bir hukuk bürosunun soğuk atmosferinde, buz gibi bir itiraf dinledim: Bir oğlumuz olmuştu, ama içinde bizim için hiçbir sevgi kırıntısı yoktu. Çocuğu yetiştiremeyeceğini, onunla ilgilenmenin bu yaşta kendisi için imkânsız olduğunu söyledi. "Sen alıp büyütebilirsin" dedi ve bana iki ay içinde bu karmaşık kaderle ne yapacağıma karar vermemi istedi. Bir dava dosyasını kapatır gibi, konuyu kapattı. Ardından usulca, geldiği gibi bir gölge gibi çıktı gitti.
Ne ben aradım ne de o beni. Bir sessizlik yemini gibiydi. Bir gün gazetede, o eski kız arkadaşımın başka, varlıklı biriyle evlendiğini okudum. O an, oğlumla aramdaki tüm görünmez bağlar kopmuştu. Ne yaptıysam, hangi kapıyı çaldıysam bir daha onunla konuşma fırsatı bulamadım; çocuğumun nerede olduğunu, hangi bakımevinde nefes aldığını öğrenemedim. Güney Afrika, sadece bir kıta değil, zihnimdeki çözülemeyen bir düğümdü artık.
Yıllar geçti. Ben de evlendim, hayatıma yeni bir başlangıç yaptım. Eşimle bu durumu evlenmeden önce açıkça konuşmuştum. O da, bu vicdan azabını birlikte taşıyacağımızı, kayıp oğlumu birlikte arayacağımızı söylemişti. Uzun süre çabaladık, dedektif tuttuk, bağlantıları zorladık ama hiçbir ipucuna ulaşamadık. O eski kız arkadaşım ise çoktan Kanada’ya yerleşmişti; ulaşılmaz bir siluet olmuştu.
İçimdeki boşluk, yaşla birlikte büyüyen bir yara gibiydi. Torunlarımızı çocuk parkına götürdüğümde, onların salıncakta kahkahalarla oynamasını izlerken, aklım hep o kayıp oğlumdaydı. Ona ne oldu? Kim büyüttü? Hangi dili konuşuyor? soruları zihnimi kemiriyordu.
Bir sonbahar günü, eşimle ağaçlık, huzurlu bir yolda yürüyorduk. Yorulup kenardaki ahşap bir bankta dinlenmek için durduk. Tam o anda, yanımıza 35–40 yaşlarında bir adam ve yanında bir kadın yaklaştı.
— Merhaba.
— Merhaba.
Adam, oturmak isteyip izin istedikten sonra, şaşırtıcı bir samimiyetle sohbete başladı:
— Sizi uzaktan izliyorduk. Eminim eşinizin ne söylediğini duymuyordunuz bile; çok dalgındınız. Türk müsünüz?
— Sayılırız.
— Aileniz var mı?
— Var.
“Var” derken sesime yerleşen kederi o an fark ettim.
— “Var” derken derin bir keder var sizde, amca.
— Boş ver evlat.
— Sen çok dertlisin. Ben iyi bir dinleyiciyim; anlatırsan, dinlerim.
Eşim, bu ani samimiyet karşısında kadına dönerek biraz kenara çekildi. Ben de, o bankın huzurunda, yıllardır kimseye tam olarak anlatamadığım o yükü, o kayıp mirası, her şeyi başından sonuna anlattım. Hukuk Fakültesi’nden Güney Afrika’ya, oradan gazetede okuduğum evlilik haberine kadar. Karşımdaki adam, sessiz, ciddi ve olağanüstü dikkatli bir şekilde dinledi. Bir süre suskunluktan sonra, sesi şaşırtıcı derecede sakindi:
— Çok dertliymişsin amca; Allah sabır versin, dedi.
Eşim, ortamın ağırlığını hissedip söze girdi:
— Gidelim mi hayatım?
Kalktık, yürümeye başladık. Arkamızda bıraktığımız bankta oturan adam ve kadın, bizi bir süre izledi, sonra sessizce uzaklaştı.
Kadın, kocasına dönüp, sesi bir fısıltıdan ibaretti:
— Babanı nasıl buldun?
Adam, banka oturur gibi masaya yaslandı.
— Şu masada otururuz, anlatırım… dedi.
Kadın ısrar etti, sesi gergin ve aceleciydi:
— Babanı nasıl buldun, dedim; cevap vermedin!
Adam ağır ağır, sanki o kelimeleri ilk kez telaffuz ediyormuş gibi konuştu:
— “Baba… Baba…” Bu kelimeyi hayatımda hiç söylemedim. Bir anne ve baba kelimesini sahiplerine söylemeyi ne kadar isterdim, bilemezsin…
Kadın gülümsedi:
— İyi işte, babanı yıllarca aradıktan sonra buldun işte!
Adam başını salladı, gözleri pusluydu.
— Evet, buldum. Yerini bul, sonra da onu izle, bir bank önünde her şeyi öğren ve hemen oradan kaybol. Sen olsan ne yapardın?
Kadın, kocasına yaklaştı:
— Bırak kendi haline… Bu adam vicdan azabıyla kavruluyor, dedi. Sonra kocasına dönüp son sözü söyledi:
— Şimdi gerisi sana kalmış.
Ama gerisi, gerçekten de, bana kalmıştı.
Kamil Erbil
Yorumlar
Yorum Gönder