İnsan Eti Ağırdır
İnsan Eti Ağırdır
“Senin için canımı bile veririm” derken hep içtendik. O söz dudaktan değil, kalbin derinliklerinden çıkardı. Ama bir gün kader, insanın karşısına öyle bir imtihan koyar ki, gerçek sadakatin ölçüsü o an belirginleşir.
Eşim, akciğerinden ameliyat olmuştu. Zayıflamıştı, ancak umutluyduk. Derken yüksek tansiyona bağlı bir kriz geçirdi. Kalbi durdu, hayatla bağı koptu. Doktorlar müdahale etti, geri döndü; fakat hafızası silinmişti. Yeniden doğmuş gibiydi; konuşmayı, yürümeyi, hatta sevdiklerinin yüzlerini tanımayı yeniden öğrenmesi gerekecekti.
Benim hayatım ise yoğun bakım kapısının önüne kilitlenmişti. O dar, havasız bekleme salonunda gözlerimiz sürekli kapıda, kulaklarımız içeriden gelecek sese dikiliydi. Bazen bir hemşirenin ayak sesine, bazen bir telefon zilinin çınlamasına umut bağlardık. Gece ve gündüz birbirine karışırdı. Koridorun duvarlarına sinmiş ilaç kokusu, plastik sandalyelerin soğukluğu, saatlerce aynı yerde oturmaktan uyuşmuş bedenler… Orası hastaların değil, umutların girip çıktığı bir mekandı.
Bekleyenler arasında garip dostluklar kurulurdu. Yan yana oturduğunuz kişiyle bir bardak çay paylaşırsınız, belki iki cümle konuşmazsınız ama onun gözyaşında kendi derdinizi görürsünüz. O an, hiç tanımadığınız bir insan size kardeş kadar yakın olur.
Bir gün içeriden feryat koptu. Herkes ayağa fırladı. Otuzlu yaşlarında bir kadın, koridorda kendini yerlere atmıştı. Ayakkabısının biri ayağında, diğeri yerdeydi. Saçları dağınık, yüzü gözü şiş, çaresizlikten delirmiş gibiydi. Çırpınıyor, bağıra bağıra ağlıyordu. Görevliler kollarını tutup sakinleştirmeye çalıştı. İğne yapıldı, baygın düştü. Bir süre sonra kendine gelince yanımıza getirildi.
Öğrendik ki; kadının eşiyle birlikte küçük bir iş yerleri varmış. İki çocukları ilkokuldaymış. Bir akşam davetteyken adam aniden yere yığılmış. Beyin kanaması. Acil ameliyat edilmiş, durumu çok ağırmış. Kadın günlerdir başucundan ayrılmamış. Ne yemiş ne içmiş. Sadece gözyaşıyla beslenmiş.
Bir süre sonra Ankara’dan adamın kardeşi geldi. Memurmuş, izne çıkıp ağabeyinin yanına koşmuş. Yengesine destek oluyor, hastane koridorlarında sabahlıyordu. Ben de o günlerde tanıştım onunla. Aynı acıyı paylaşan insanlar konuşmasa bile birbirini anlar; biz de öyle sessiz bir dostluk kurduk.
Ancak zamanla fark ettim ki, kadın giderek seyrek gelmeye başlamıştı. Önceleri sabah akşam hastanedeydi. Sonra iki günde bir görünür oldu. Ardından haftalar geçti, uğramaz oldu. Bir gün kardeşine şu cümleyi söylediğini duydum: “Benim çocuklarım var, işim gücüm var. Artık yetişemiyorum her şeye…”
O söz, koridorun soğuk taşlarından bile ağırdı.
Biz eşimle eve döndük. O, yeniden kelimeler öğrenmeye çalışıyor, çocuk gibi sevinip bana sarılıyordu. Sekiz ay böyle geçti. Sonra yeniden fenalaştı. Yine soluğu hastanede aldık. Acil bahçesinde otururken, tanıdık bir yüz gördüm: Adamın kardeşi. Elinde bir kitap, sessizce oturuyordu. Yanına gidip sarıldım.
“Yengem bir gün geldi,” dedi. “‘Benden bu kadar. Ya sen ilgilenirsin ya da herkes kendi yoluna gider’ deyip ardına bakmadan gitti. İşini bile bıraktı. Ağabeyim vefat ettiğinde cenazeye gelmedi. Ben definden sonra sessizce ayrıldım. Kimse nereye gittiğimi bilmedi.”
Sözleri boğazıma düğümlendi. Bir insanın kendi eşini böyle yarı yolda bırakmasına kalbim isyan etti. “İnsan Eti Ağırdır” Bir insanın yaşamındaki zorlu sınavlar, gerçek karakterini ortaya çıkarır. Hayatın beklenmedik dönemeçlerinde, sadakat, sevgi ve dayanışmanın değeri en çok anlaşılır. Hastane koridorlarında yaşananlar, insanın en kırılgan ve güçlü yanlarını bir arada gösterir. Bekleyenler arasında kurulan sessiz dostluklar, acıyı paylaşmanın derinliğini ve insanın birbirine olan bağlılığını yansıtır. Ancak, bazen acı gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalırız. İnsanın sevdiklerine olan bağlılığı, fedakarlığı ve sabrı sınandığında, bazıları için bu yük ağırlaşır. Eşler arasındaki sadakat ve destek, hayatın en zor anlarında bile sarsılmamalıdır. Birlikte yaşanan acı ve sevinçler, birbirine olan bağlılığı güçlendirir. Ancak, bazen.
Kamil Erbil
Yorumlar
Yorum Gönder