Vicdanınn Soğuk Muhasebesi
Vicdanın Soğuk Muhasebesi
Krem rengi, resmi evrakların kokusu genzimi yakardı. Bu koku, benim için yaptığım işin somut haliydi: bir yandan zorlu bir meslek, diğer yandan ise her gün biraz daha körelen bir vicdan muhasebesi. İcra memurluğu, merhameti lüks sayan bir alandı; tıpkı bir cerrahın elindeki neşter gibi, duygularını uyuşturmak zorundaydın. Aksi takdirde, her kapı çalışında omuzlarına biriken utanç ve çaresizlik yükü altında ezilirdin. İcralık olan kişi içinse kapılarına dayandığımız an, bir kağıt parçasından ibaret olmayan, ele güne karşı yaşanan bir rezillikti.
Her sabah, müdürün masasında bir tomar evrak, kaderin bana çıkardığı bir piyango gibi dururdu. Bursa gibi devasa bir şehirde, o evrakların adreslerine en fazla iki, belki de kendini çok zorlarsan üç defa uğrayabilirdin. Üçten fazla uğrayacağım dersen, masanın üzerinde içinden çıkılamayacak bir kâğıt dağı oluşur; zaman aşımına uğrayacak her dosya ise sana zimmet çıkma ihtimalini artırırdı.
Beş seneydi o meşhur süre: Beş sene boyunca tahsilat yapılmayan, tebligat gönderilmeyen bir dosya; son işlem tarihinden itibaren sessiz sedasız arşive kalkardı. Ve o dosya, kimin zimmetindeyken zaman aşımına uğradıysa bedelini o öderdi.
Gerçi, çalıştığım onca yıl içinde hiçbir memurun bu yüzden cebinden para ödediğini görmedim. Zaten o kadar da aptal değildik. Zaman aşımına yaklaştığını gördüğün bir dosya için kessen bir liralık makbuzu, saat sıfırlanır, beş yıllık süre yeniden başlardı. İşin, bürokratik kurallar içinde her zaman bir kaçış yolu, vicdanın soğuk muhasebesini ertelemenin bir yolu vardı.
Benim adım Uğur. Yirmi sekiz yaşındayım ve bu soğuk meslekteki üçüncü senem. Ne kadar zaman aşımı numarası bilirsem bileyim, bir dosyayı aktif tutmak için eninde sonunda o tebligatı teslim etmeli veya kapıya dayanmalıydın. Ve bugün, zarfın üzerindeki adrese gitme sırası gelmişt.Zile uzandım. İçeriden bir çocuğun sesi duyuldu: "Kim geldi anne?"
Kapıyı açan, yaklaşık elli beşlerinde, yüzü kırışık ve gözleri şaşkınlık ile korku arasında gidip gelen bir kadındı.
"Ben icra dairesinden geliyorum. Adınız Hatice Tekin mi?"
Hatice Tekin, titreyen elleriyle uzattığım resmi tebligatı aldı.
"B-benim," diye fısıldadı. "Ay evladım, yedi sene önce kocamın çalıştığı yerden kalma borç bu. Kocam rahmetli olalı iki sene oldu... Benim emekli maaşımdan başka gelirim yok. Tek başıma yaşıyorum, içeride de torunum var. Ben nereden bulayım bin beş yüz lirayı? Ne yapacaksınız, evimi mi alacaksınız?"
Uğur, memuriyetin gerektirdiği soğuk tondan sıyrıldı. Bir vicdan memuru olmakla, bir icra memuru olmak arasındaki çizgi, tam o kapının eşiğindeydi ve o çizgi çatlamak üzereydi.
"Teyzeciğim," dedi, sesindeki resmi tonu yumuşatarak. "Şu an sadece tebligatı yapıyorum. Size yedi gün içinde borca itiraz hakkınız olduğunu bildiriyorum. Yoksa..." Cümlesi boğazına takıldı.
"Yoksa ne, evladım?" diye sordu Hatice Teyze, çaresizce bekleyerek.
"Yoksa," dedi Uğur, Bu kağıtla daireye gidersen sana yeni bir ödeme planı yaparlar,rahat ödeme yaparsın. Unutma teyze en kısa zamanda daire uğra.Tebligatı imzalattı, bir nüshasını kadının eline bıraktı ve arkasını döndü. Hızla kapıdan uzaklaşırken, Hatice Teyze'nin kapıyı usulca kapatma sesi, sanki vicdanının üzerinde kapanan ağır bir kapı gibiydi.
Evrakı zimmetten düşürmüş, işini yapmıştı. Ama bu vicdani zimmet, evraklardaki gibi beş sene sonra zaman aşımına uğramayacaktı.
Bu güçlü başlangıç, karakterin artık bir eyleme geçme zorunluluğu hissettiği noktada bitiyor.
Uğur, vicdanının sesini dinleyip Hatice Teyze'ye gizlice yardım etmenin yollarını mı aramaya başlasın? Yoksa duygularını bastırıp bir sonraki, daha büyük bir borcun olduğu adrese mi geçsin?
Kamil Erbil
Yorumlar
Yorum Gönder