Gazoz Kokan Bir Yaz Tatili
Gazoz Kokan Bir Yaz Tatili
Yaz tatili, pek çok arkadaşım için deniz, top veya kaygısız uykular demekti. Benim içinse, ilçenin gazoz imalathanesinden yayılan keskin, tatlı limon kokusunun ve erken kalkmanın habercisiydi. Güneş, henüz dağların üzerinden tam yükselmemişken, kız kardeşimle beraber sırtımızda hissettiğimiz o tatlı baskıyla uyanırdık: Bu yaz da sermayeyi çalıştıracaktık.
İmalathaneden aldığımız on beş kasalık gazoz stoğu, günün sıcaklığıyla erimeden, bizi bekleyen potansiyel bir kazanç ve bir o kadar da büyük bir sorumluluk yığınıydı.
İmalathane sahibi, her seferinde aynı keskin bakışla bizi süzerdi: "Şişe zayiatı yok, unutmayın. Yoksa cukkadan düşerim." Bu uyarı, sadece bir ticaret kuralı değil, bizim için küçük dünyamızın en büyük ekonomik tehdidiydi. Birkaç kırık veya kayıp şişe, günün tüm kârını eritebilirdi.
Gazozun tadı ne kadar güzel olursa olsun, o yaz sıcağında buzsuz satılmazdı. İşte bu noktada, o dönemin lojistik mucizesi devreye girerdi: Bursa’dan kamyonlarla gelen koca buz kalıpları.
Parça parça satan, istasyonda takılan o meşhur kişiye gider, pazarlıkla bir miktar buz alırdık. Buzun o berraklığı, sertliği ve soğukluğu, sıcakla savaşan yegâne silahımızdı. Buz kalıbından ayrılan her bir parça, demir baltanın şakırtısıyla kıymetli bir kristale dönüşürdü.
Sıra hazırlığa gelirdi. Saç kova, babadan kalma, kenarları paslanmaya yüz tutmuş ama vazgeçilmez bir savaş aracıydı. Kovanın üçte birini suyla doldurur, içine aldığımız buzları atardık. Hemen ardından, gazozlar yavaşça suya bırakılırdı.
Yük ağırdı, bazen sap ellerimizi yakar, omuzlarımız sızlardı. Ama kasabalının ve köylünün toplandığı alana, yani köy minibüslerinin kalktığı o hareketli meydanlara doğru attığımız her adım, bizi hedefe bir adım daha yaklaştırırdı.
Orası, ilçenin kalbiydi. Ter, toz, taze sebze kokusu ve insan seslerinin birbirine karıştığı o kavşakta, biz de yerimizi alırdık.
Artık hazırdık. Sadece bir nida, serinliğin kapısını açacaktır
Güneş, dağların arkasına doğru eğilmeye başladığında, meydan yavaşça sakinleşir, minibüs seslerinin yerini sakinlik alırdı. Saç kovamız artık boştur; sadece dibinde erimiş buzlu su ve birkaç damla gazoz kalıntısı durur. Gazoz şişeleri dolu kasalardan, ağzına kadar dolu boş kasalara dönüşmüştür.
İmalathaneye geri dönerken, her adımı ağır çekerdi. Bu, o günkü emeğin, koşturmanın ve şişe peşinde koşmanın getirdiği onurlu bir yorgunluktu.
İmalathaneye vardığımızda, günün en gergin anı yaşanırdı: Şişe sayımı.
Kasa sahibi, somurtkan yüz ifadesini hiç bozmadan, boş kasaları tek tek sayardı. Gözleri kartal gibiydi; kırık, çatlak veya kayıp şişe olup olmadığını titizlikle kontrol ederdi. Bizim için her sayım, küçük bir sınavdı.
"On beş kasa mı aldınız? On beş boş kasa ve şişeleri tam mı?"
O korku, "Ya bir tane eksikse?" endişesi, nefesimizi tuttururdu. Eğer bir şişe kayıpsa, kazancımızın bir kısmı hemen buharlaşacaktı. Ama o yaz, o disiplinle, o koşuşturmacanın bereketiyle, neredeyse hiç zayiat vermezdik.
"Tamam, şişeler tam. Aferin size." Bu sözler, sadece bir onay değil, bizim için haftalık ticaret karnemizdi.
Kalan para, elimize geçtiğinde, artık gazozların ve şişelerin değil, bizim emeğimizin karşılığıydı. O günkü kazancımız, o yaşlarda bizim için küçük bir hazineydi.
Eve döndüğümüzde, annemizin hazırladığı yemeğin kokusu ve yatağın yumuşaklığı, günün tüm zorluğunu unuttururdu. O gün kazandığımız para, sadece bir harçlık değildi; aynı zamanda sorumluluk, iş ahlakı ve dayanışma derslerinin somut bir kanıtıydı.
Bursa'dan gelen o buzlar, sadece gazozları değil, bizim yaz tatillerimizi de soğutmuştu. Kız kardeşimle kurduğumuz o küçük ticaret, bizi hayata hazırlayan en büyük okullardan biri oldu. "Taze buzzz gibi gazoz" nidası, bazen kulaklarımda hâlâ çınlar. O ses, bana her zaman şunu hatırlatır:
Emek kutsaldır ve bazen hayatın en büyük dersleri, bir minibüsün arkasında, camdan uzatılan boş bir gazoz şişesinin peşinden koşarken öğrenilir.
Kamil Erbil
Yorumlar
Yorum Gönder