Kurdun Kapanı

 ​Kurdun Kapanı

​Sokağa çıkma yasağı olduğundan, fırsat bu fırsat deyip evimin çatısındaki kiremitleri düzeltmek için çalışıyordum.

​— Kemal!

​Dönüp baktığımda bizim emektar bekçi amcamızdı.

​— Hayrola!

​— Seni karakoldan istiyorlar.

​— Hayrola abi?

​— Ne olduğunu bilmiyorum ama inan bana, kesin kötü bir şey yok.

​Çünkü öyle bir zamandaydık ki, biri çıkıp birinin hakkında kötü bir şeyler söylese sorgusuz sualsiz onu alıp götürüyorlardı. Nereye götürüldüğü, ne zaman geleceği hiç belli olmuyordu.

​Çatıdan indim.

​— Giyineyim, eve haber vereyim, gidelim, dedim. Evde eşim ve çocuklarım benim karakoldan çağrıldığımı duyunca endişelendiler. Gelen bekçi, kötü bir şey olmadığını, sadece oraya kadar gitmem gerektiğini söyledi.

​Neyse, korku içinde evde bıraktığım ailemden daha çok ben korkuyordum.

​Karakoldan içeri girdiğimde, oradaki polis adımı sordu.

​— Şu odada bekleniyorsunuz. İçeri girin, dedi.

​Korku içinde odanın kapısında bir müddet "Gireyim mi, kaçayım mı?" diye düşünürken, beni almaya gelen bekçi arkamdan yavaşça iterek kapıyı açtı.

​— Kemal Bey geldi yüzbaşım, dedi.

​İçeri girdim, arkamdan kapı örtüldü. Odada, bir masada sandalyesine geriye dayanmış, eğitim elbiseleriyle oturan yüzbaşı vardı. Onun oturduğu masanın önünde ayakta duruyordum. Bir müddet beni baştan aşağı süzdü.

​— Sen Kemal Bey misin? diye sordu.

​— Evet.

​— Nüfus kâğıdını verir misin?

​Cüzdanımdan nüfus kâğıdımı çıkardım. Nüfus kâğıdımdaki bilgilerle önündeki kâğıtta yazılı bilgiler tutmuş olacak ki, masasının önündeki sandalyeyi işaret ederek:

​— Otur, dedi.

​Çaresiz, ne olacağını bilmediğimden oturdum. Yavaş yavaş üzerimdeki korku önce şaşkınlığa, sonra da cesarete döndü.

​— Hayırdır yüzbaşım, niye çağrıldım?

​— Söyleyeceğiz. Sen ananın karnından yedi aylıkken mi çıktın?

​— Yok efendim, niye burada olduğumu bilmek istemem olağan değil mi?

​— Seni şu andan itibaren sıkıyönetim komutanlığı emrine aldık.

​— Hayrola?

​— Hayırı şerri bu işte. Artık bizim emrimizdesin.

​— İyi de ben devlet memuruyum ve hâlen görevdeyim.

​— Tamam oğlum, o görevine devam edeceksin, bizimle de çalışmaya devam edeceksin.

​— Niye ben?

​— Vallahi bunu albayıma sorman gerekir.

​— Soralım o zaman.

​— Bırak zevzekliği de imzala şu evrakı da sana tebliğ etmiş olayım.

​Baktım, pempemsi bir kâğıt. Kâğıdın sağ tarafında, tarihin altında "çok gizli" ibaresi var. Yazının altında da garnizon komutanı olarak albayın imzası var.

​— İmzalar mısın?

​— Okuyorum efendim.

​— İmzala da bol bol okursun.

​— Peki, ben bu görevi kabul etmeyip imzalamazsam?

​Yüzbaşının yüzü sinirden kıpkırmızı olmuş halde ayağa kalktı, bağırmaya başladı:

​— Ulan, imzala şunu be! Efendi, bunu kabul etmezse ne olurmuşmuş. Söyleyeyim oğlum sana, öyle bir dayak atarım ki eşek sudan gelinceye kadar. Dışarı çıktıktan sonra anan görse seni tanımaz. Adamın canını sıkma da imzala şunu…

​Yazıya göz gezdirirken sadece, "Komutanlığımız emrinde görevlendirilmen uygun görülmüştür," yazısını görebilmiştim. Anladığıma göre yazıyı imzalayan komutan çok yumuşak bir üslup kullanmıştı. Bir de daha aşağı rütbeden subaylar varken neden bir yüzbaşıya bu görev verilmişti? İşte bunlar beni biraz daha cesaretlendirdi.

​— Yüzbaşım, güzel güzel konuşurken niçin bana hakaret etmeye başladınız?

​Adam odada sinirli sinirli dolaşmaya başladı.

​— Bak ulan, senin dik kafalı olduğunu söylemişlerdi ama her nedense sen onların söylediklerinden de dik kafalıymışsın. Hatta kafadan çatlakmışsın be! İmzala şunu be!

​Bu adam bana bir şey yapacak olsaydı, bu zamana kadar yapardı. Daha da cesaretlendim.

​— Yüzbaşım, bana "ulan" diye hitap edemeyeceğinizi bilmeniz gerekir diye düşünüyorum… İmzalamazsam?

​Yüzbaşı odada dolanırken birden karşıma gelip bir eliyle yakamdan tuttu, bir eliyle de vurmak için elini kaldırdı ama eli havada kaldı. Yüzbaşının yüzünde ve boynundaki damarların hepsi dışarı fırlamıştı sanki.

​— Yüzbaşım, elini korkak alıştırma, hadi vur!

​Adam yakamı bıraktı, odanın kapısını açtı, öfkeli halde beni getiren bekçiyi çağırdı.

​Bekçi odaya girdi, hazırolda bekliyor.

​— Buyurun komutanım.

​— Yahu, bu adamı bana laf dinlemez biri diye anlatmışlardı. Niye bu seçildi, bilmiyorum. Bekçi Bey, bu adam emri tebliğ almıyor. Sen bu dangalağı tanıyorsun, söyle de imzalasın evrakı, tebliğ edeyim, işim var ya.

​— Yüzbaşım, bakın, yine bana hakaret ediyorsunuz ama!

​Bekçi bana döndü:

​— Bak Kemal oğlum, imzala şunu da şu iş bitsin. Yoksa başına bir şey gelir!

​— İmzalamasına imzalayacağım ama Yüzbaşım bana devamlı hakaret ediyor.

​Yüzbaşı iyice çileden çıktı. Kıpkırmızı suratla benim yanıma geldi, çenemi tutup:

​— Bak yavrum, bak evladım, bak memur bey; imzala şunu da sen yoluna ben yoluma.

​— İmzalamadan önce albayımla konuşabilir miyim?

​— Emrin olur be!

​Öyle bir bağırmıştı ki, dışarıda bir koşuşturma başladı.

​Bekçi, yüzbaşının sinirden tir tir titrediğini görünce:

​— İmzala oğlum, hadi hatırım için imzala!

​Bekçi de korkmaya başlamıştı. Kalemi aldım, yazının altını imzaladım. Bir nüshasını bana veren Yüzbaşı:

​— Sen gerçekten kafadan çatlak mısın, yoksa süper zekâ bir deli misin?

​— Adamına göre değişiyor efendim. Şimdi ben ne yapacağım?

​— Bak, al bu kâğıdı. Benim işim burada bitti. Gerisini inan ben de bilmiyorum. Merak etme, çok yakında haberin olur.

​— Hadi hayırlısı olsun…

​— Ohh be… Deveyi hendekten atlattık ama kan ter içinde kaldım. Yahu… Hadi, hadi güle güle…

​— Çıkalım Kemal.

​Bekçi abiyle birlikte dışarı çıktık. İçeride olan münakaşaları salondan dinleyen polisler şaşkın şaşkın bana bakıyorlardı. İkindiye doğru girdiğim karakoldan ezan vakti çıkmıştım. Birden aklıma evdekiler geldi. Eve geldiğimde eşim heyecanla sordu:

​— Ne oldu, bu kadar geç kaldın?

​— Vallahi hatun, bana bir evrak tebliğ edeceklermiş, ondan çağırmışlar.

​— Neden bu kadar bekledin?

​— Yüzbaşıyla biraz atıştık da.

​— Ne! Aman, adam gün onların günü, bunlar adamı alırlar götürürler. Sonra biz ne yaparız?

​— Merak etme hayatım, hiçbir şey olmadı. Bak işte yazı burada.

​Yazı birkaç satırdan ibaretti. Sadece, "Görülen lüzum üzerine şu tarihten itibaren komutanlığımız emrine alındınız," diyordu.

​— Görev neymiş?

​— Yüzbaşı da bilmiyor hayatım. Beni bulacaklarmış.

​— Hadi hayırlısı. Sofrayı hazırlayayım da yemek yiyelim.

​— Ben de elimi yüzümü yıkayıp rahatlayayım.

​Aradan birkaç gün geçti. Sabahleyin işime giderken yanımda duran bir araçtan iki sivil adam indi.

​— Kemal Bey!

​— Evet… Kim soruyor?

​— Arabaya buyurun.

​— Kimsiniz?

​— Arabada konuşsak?

​— İşime gidiyorum. Beni kovduracaksınız!

​— Sen orasını merak etme. Müdürünün haberi var. Hadi, gir arabaya.

​Ben şaşırmış vaziyette, olanları anlamaya çalışırken beni kolumdan tuttular, arabaya soktular.

​Araba şehir dışına doğru yola çıktı. Adamlarda çıt yok. Aldı mı beni bir korku.

​Bir müddet sonra meydan komutanlığı yoluna saptık. Anlamıştım. Beni garnizona götürüyorlardı.

​— Arkadaşlar, ben askerliğimi yaptım!

​Kimsede ses seda yok.

​— Dostlar, niye buraya saptık, siz kimsiniz?

​Kimsede ses seda yok. Kapıdaki nöbetçi asker bizi görünce hazırola geçip selama durdu. "Komutan" yazan kapının önünde durduk.

​— İn!

​Beni kollarımdan tutup aşağı indirdiler. Biri önde, ben ortada komutanlığın kapısına doğru yürürken, karakoldaki yüzbaşı kapıdan dışarı çıkıyordu. Tanıdık birini görmenin sevinciyle:

​— Yüzbaşım, diye seslendim.

​Adam sadece güldü ve geçip gitti.

​İçeri girdik. Kapısının üzerinde "Komutan" yazan kapıyı çaldılar, içeriden:

​— Girin, sesi geldi.

​Beni getirenler toparlanıp: "Gir," dediler. Kapıyı açıp beni içeri saldılar.

​Albay camın önünde ayakta durmuş, dışarı bakıyordu. Odada sivil bir kişi daha vardı.

​— Hoş geldin.

​— Hoş bulduk albayım…

​— Buyur otur. İşimiz galiba biraz uzun sürecek…

​— Kemal Bey, bizim yüzbaşıyı delirtmişsin be evlat!

​— Yok albayım, ufak bir anlaşmazlık işte.

​— Ufak bir anlaşmazlık inşallah bir de bizimle olmaz, değil mi?

​— Estağfurullah albayım, ne demek o.

​Sivil giyimli kişi benim tam karşımdaki koltuğa geçti, oturdu.

​— Kemal Bey, seni bizim emrimize aldık. Hem bize çalışacaksın hem de dairendeki işlerle meşgul olacaksın. Ha, bu arada müdürünün sadece bizim emrimizde çalıştığın hakkında bilgisi var ama ne iş yapacağın hakkında bilgisi yok.

​— Siz "bizimle çalışacaksınız" deyip duruyorsunuz da işi kabul edip etmeyeceğimi hiç sormuyorsunuz, der demez karşımda oturan sivil giyimli adam bana öyle bir tokat attı ki koltukla beraber geriye düştüm.

​— Bak evladım, burasını biliyorsun, değil mi?

​Ben yerden toparlanıyorken olanları düşünüyor, bir anlam veremiyordum. Yüzbaşının biz içeri girerken gülmesi boşuna değilmiş meğer.

​— Biz sana bir de kabul edip etmeyeceğini mi soracaktık?

​— Normalde öyle değil mi?

​— Şimdi sana öyle bir çakarım ki, ilk tokadı mumla arasın, it… Anladık, sen çatlaktan da çatlaksın ama ben de senden çok daha fazla zırzıpıldak çatlağım, bunu unutma.

​Odaya şöyle bir baktığımda albay odada yoktu. Dışarı çıkmış.

​Çenemi bir elledim ki. Yüzümdeki tekmil kemiklerin hepsi birden inim inim inliyorlardı sanki.

​— Kendine geldin mi?

​— Siz kimsiniz? Hadi albayımı üzerindeki elbiselerden anladım da, siz kimsiniz?

​— Sen benim kim olduğumu boş ver de beni dinle. Sen bundan sonra bizim emrimizde istihbaratçı olarak çalışacaksın ve bunu birkaç kişiden başka kimse bilmeyecek. Hatta eşin bile bilmeyecek.

​— Ama…

​— Kes ulan sesini, dinle! Yoksa buradan doğru askerî revire, yoğun bakıma gidersin…

​"Hadi sıkıysa sesini çıkar." Kuzu kuzu dinliyorum artık, ne yapacaksın.

​— Nasıl mı diye soracak olursan!

​— Sordurmuyorsun ki sorayım, diyecektim, lafım boğazıma düğümlendi.

​Adam bana bir döndü ki, bir tokat daha attı. Bırakın çene ve yüz kemiklerimi, ağzımdaki tekmil dişler sızlamaya başladı.

​— Şu kimliği al, biz seninle irtibat kuracağız, dedi.

​Kimliğe baktım, benim resmim vardı. Daha fazlasını göremedim.

​— Beni mazur görseniz, dedim… dediğimde gözümü açtığımda revirdeydim. Baş ucumda yüzbaşı vardı. Gülüyordu.

​— Merak etme, evine haber verildi.

​Yüzüme buz torbasıyla masaj yapılıyordu.

​— Kemal Bey, sen bayağı çetin cevizsin ama galiba cevizin içi neredeyse gözüküyormuş. Boş ver canım, sana bunlar vız gelir tırıs gider. Ben senin yerinde olsam, olanları kuzu kuzu kabul ederim. Bunu samimi bir dostunun nasihatı olarak alsan iyi olur yoksa…

​Kamil Erbil


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tadı Kalmadı

AYAKKABI BOYACISI

OTUR.. SIFIR...