Kayıtlar

Yerimde Duramıyorsam, Kalbim De Durmuyordur

Yerimde Duramıyorsam, Kalbim De Durmuyordur.   Ben hep hareketliydim. Çocukken de öyleydim, şimdi de. Bir kolum masaya dayanır, diğer elimle kalem çevirmeye başlardım. Ayağım yere tempo tutar, gözüm pencereye takılırdı. Sınıfta hocanın tahtaya yazdığı yazının başını okur, sonunu hayal eder, arada başka diyarlara giderdim. Sonra biri adımı bağırırdı: "Dinlemiyor musun sen yine?" İnanın, dinliyordum aslında. Ama benim dinlemem başkalarınınkine benzemiyordu. Bir kulağım dersteydi, diğer kulağım hayal kuruyordu. İçimde hep bir şey vardı. Adını o zamanlar bilmiyordum. Sonradan koydular: hiperaktif dediler. Ama bu kelime bana "arıza" gibi geldi hep. Oysa ben bir arıza değil, başka bir ritimdim. Biraz hızlı, biraz ani, biraz sabırsız… ama içten, canlı ve hayata hep aç. Büyürken en çok duyduğum cümle buydu: "Yerinde dursana biraz!" Ama bilselerdi… Durmak bazen içimde bir boğulma gibi olurdu. Oturduğum yerde kalınca, sanki dünya üstüme gelirdi. Ellerim, ayaklarım,...

Ben Bir Hiperaktifim

 Ben Bir Hiperaktifim Koşarken Düşünmek: Bir Hiperaktifin İç Dünyası Bazıları için hayat yürüyerek yaşanır, benim içinse hep koşarak… Koşarken düşünürüm. Koşarken hayal kurarım. Oturduğum yerde kalmak, bana dünyadan dışlanmak gibi gelir. Çocukken, sırada otururken dizlerimi durmadan sallardım. Ellerim kıpır kıpır, gözlerim başka dünyalarda… Öğretmenim “Dikkatini topla!” derdi. Oysa dikkatimi toplayacak kadar boş bir alanım yoktu içimde. Her şey üst üste gelirdi. Adı vardı bunun: Hiperaktivite. Hiperaktivite,"Dürtüsellik, aşırı hareketlilik ve dikkat eksikliği ile seyreden bir nörogelişimsel bozukluk" olarak tanımlanır. Ne kadar soğuk bir tanım değil mi? Oysa bu tanımın içinde   ben vardım, benim kalbim, benim zihnim. Ben o çocuklardan biriydim. Oğlunu “yerinde duramıyor” diye doktora götüren bir annenin elini tutan çocuktum. Hep hareketliydim, ama nedenini kimse bilmezdi. Yaramaz sanıldım. Hatta tembel. Ne acıdır; çok şey bilirsiniz ama sınavda ilk sorudan sonrasını okuya...

Geçmişe Özlem

   Geçmişe Özlem.   Ev her ne kadar fiziken sessiz olsa da, hatıralar, sesler, kahkahalar ve yaşanmışlıklar o duvarlara sinmiştir. Bu yüzden bazen bir eşyanın yerinden, bazen mutfaktan gelen bir kokuya kadar her şey, çocuklarınızın veya torunlarınızın sanki hâlâ oradaymış gibi bir his uyandırmasına neden olabilir.   Ayrıca insan kalben bağ kurduğu kişilerin yokluğunu zamanla bir eksiklik değil, bir varlık gibi de hissetmeye başlar. Onlar fiziksel olarak yanınızda olmasalar da, düşüncelerinizde, kalbinizde ve dualarınızda hep sizinle oldukları için, sanki hep evdeymişler gibi gelir.   Bu his yalnızlık değil, tam tersine doluluk hissidir. Sevgiyle yaşanmış bir hayatın sessiz tanıklığıdır. Ve bu his, aslında ne kadar güzel bir aileye sahip olduğunuzun da içten bir hatırlatmasıdır.   Yıllar boyunca eviniz bir yuva olmuş. Çocukların koşuşturduğu, torunların kahkahalarının yankılandığı, sofraların kalabalık kurulduğu, bayramların, doğum günlerinin, akşam çayların...

Hey Gidi Günler

  Hey Gidi Günler Hey… Okullar kapanınca, içimi bir sevinç kaplardı. Tatilin başladığı daha ilk günlerde, valizimi apar topar hazırlar, annemin rahmetli ablasının köyüne gitmek için sabırsızlanırdım. O köy ki, her bahçesinden bir dere geçer, her evin önünden su şırıltısı duyulurdu. Yaz sıcağının en ağır bastığı günlerde, hem dinlenmek hem de teyzemlere yardım etmek için bir buçuk, bazen iki ay kalırdım orada. Sanki başka bir dünyaydı orası… Şehirde yorgun düşen ruhum, o köyde yeniden can bulurdu. Teyzemin evi, köyün hemen dışında, bayırın eteğinden geçen derenin kıyısındaydı. Bahçesinin üst tarafından dere akardı; yazın sıcağında bile o suyun sesi içimizi serinletirdi. Ev, bodrum üstüne kurulmuş iki katlı, taş gibi sağlam bir köy eviydi. Alt katta, büyükçe bir sofa vardı. Renk renk örme kilimlerle kaplı, duvar kenarlarına yer minderleri serilmişti. Önü tahta paravanlarla ayrılmıştı ama bahçeyi rahatça görebilirdin. Sofanın bir köşesinde mutfak, diğer ucunda odalar; en sağda ise yuk...

Otur!..

 Otur!.. O sabah sınıfta tatsız bir sessizlik hâkimdi. Sınıf arkadaşlarım göz göze gelmekten kaçınıyor, bazıları başını sıraya gömüyordu. Hoca geldiğinde herkes ayaktaydı, ama içten bir "günaydın" yankılanmadı sınıfta. O da alışık olduğu bu sessizlikle kürsüye ilerledi. “Kağıtlarınızı okudum,” dedi. Kalın gözlüklerinin ardından sınıfı süzdü. “Hayal kırıklığına uğradım.” Kalbim sıkıştı. Gece boyunca yazdığım kompozisyon aklıma geldi. İçimi döktüğüm, en derin duygularımı paylaştığım o metin… “Herkes otursun,” dedi. Ardından isimleri okumaya başladı. “Ali, yetmiş. Ceyda, seksen. Mert, altmış beş…” Sıra bana geldiğinde durdu. “Mehmet,” dedi. Bir duraksama oldu. “Sıfır.” Sınıf bir anda bana döndü. Yüzlerce göz üzerimdeydi. Gözlerim doldu ama ağlamadım. Hoca devam etti. Ne bir açıklama yaptı, ne de göz göze geldi. O dersten sonra bir daha eski ben olamadım. Derste parmak kaldırmaz, teneffüslerde tek başıma kalırdım. Sıfırın ağırlığı sadece kâğıtta değil, ruhumda da iz bıraktı. O ya...

İki Günde Çıkan Tazminat

İki Günde Çıkan Tazminat Yıllarca çalıştım, didindim. Ne görevden kaçtım, ne sorumluluktan. Gün geldi, emeklilik vakti geldi çattı. İçim buruk, ama biraz da gururluydum. "Hakkımı aldım, şimdi köşeme çekilirim," dedim. Ama iş öyle sandığım kadar kolay olmadı. Emekli oldum, fakat tazminatım ortada yok. Aylar geçmiş, sıra gelmemiş. Ne zaman geleceği belli değil. Her sorduğumda, "Bekleyeceksin," dediler. Sıra mı vardı, yoksa torpil mi gerekiyordu, kimse açık açık konuşmuyordu ama herkes bir şeyler ima ediyordu. Bir dost, kulağıma eğildi bir gün: “Bak şu partiden bir tanıdık var, bir uğrasan fena olmaz.” İçimden önce "Ben kimseden bir şey istemem" dedim, sonra "Alın teriyle kazandığını almak için bile artık tanıdık gerekirse, yapacak bir şey yok" diye düşündüm. Ve gittim. O da ne? İki gün sonra telefon geldi. "Bankaya uğrayın, paranız yatmış." Dilim tutuldu. Aylarca beklettiği tazminat, iki günde nasıl oldu da çıkıverdi? Ne itiraz ettim ne s...

Dayı Lazımmış...

 Dayı Lazımmış... Uzun yıllar çalıştıktan sonra emekli oldum. Tam da bu sıralarda oğlum askere gitmişti. Yemin törenine katılacaktık ama ne maaş bağlanmıştı, ne de tazminatım ödenmişti. Kurumu sık sık yokluyor, her seferinde aynı cevabı alıyordum: — Sabret abi, olacak... Neyse, ıkına sıkına, utanarak da olsa yemin törenine gidip gelecek kadar bir nakit bulduk. Biletler alındı, hazırlıklar tamamlandı. Yarın gece yola çıkacaktık. O gün, canım sıkkın bir halde çarşıda dolaşırken karşıma eski işyerimden tanıdık biri çıktı. — Hayrola abi, ne iş? dedi. “Gel şu kahve ocağına oturalım. Hem sen anlatırsın, hem de birer çay içeriz,” diye ekledi. Çaylarımızı söyledik, ben de başımdan geçenleri olduğu gibi anlattım. Beni dikkatle dinledi, sonra, — Abi sen çayını iç, ben az sonra dönerim, dedi ve kalktı gitti. Yaklaşık 15-20 dakika sonra elinde küçük bir pusulayla geri döndü. — Abi, Falanca abimin çok selamı var. Şu pusulayı, şu kurumda şu kişiye ver. Benim gönderdiğimi ve selamını söylediğini ...