Kayıtlar

Yedi Günlük Sessizlik

  O Yedi Günlük Sessizlik Yedinci gece. Gözlerim kapalı ama Kur'an sesleri ta derinlerden geliyor. Sanki toprağın altından beni yukarı çekmeye çalışan dualar... Ahretliğim, sevgili oda arkadaşım, şimdi o toplantı salonunda, benim ruhum için mi toplandınız? Bir yıl olmuş olmamış, kapıyı çaldılar. "Sana arkadaş geliyor," dediler. Kırk yılın yüküyle gelmiştim buraya; bastonuma yaslanmış, utancımdan sanki geri geri gidiyordum. Beni buraya getiren ayaklarım, çocuklarımın evinden kaçırdıklarımla aynı duyguyu taşıyordu: Utanç. Müdürenin odasında tanıştık. Daha ilk bakışta "ahretlik" olduk. O kadar yorgundum ki, bana "otur" dediğinde utançla süzdüm onu. Ben koca hayatımı bir dikiş makinesinin başında ilmek ilmek işledim. Beş oğul büyüttüm, birini tiner yangınında kaybettim. O yangın, sadece ciğerimi değil, evlat sevgime olan inancımı da yakıp kül etmişti. Ömrüm, bir evden diğerine taşınan değersiz bir eşya gibi geçti. İki ay, bir ay, bir hafta... Sonra kapının...

Vicdanın Sesi

 Vergi dairesinde yoğun bir sabah geçiriyordum. Masam evraklarla doluydu, kafam da öyle. Tam bir yazıyı bitirmek üzereydim ki hizmetli kapıyı aralayıp içeri uzandı: “Şefim, müdür bey sizi çağırıyor.” Başımı kaldırdım. Sesinde bir tuhaflık vardı ama anlam veremedim. “Geliyorum.” dedim ve dosyalarımı olduğu gibi bıraktım. Müdür beyin odasına girdiğimde, onun ellerini göğsünde kavuşturmuş, masasına yaslanmış halde ayakta durduğunu gördüm. Odanın köşesinde, 65–70 yaşlarında sakallı bir adam, sol elinde baston, diğer elinde küçük bir poşet tutuyordu. Yanında, korku dolu gözlerle etrafı seyreden 7–8 yaşlarında bir erkek çocuk vardı. Müdür, sert bir ses tonuyla konuştu: “Bu amca pazarda torunuyla birlikte kadınların başörtüsü için oya satıyormuş. Gerekli işlemi yapın.” Sözlerinin ağırlığı odaya çöktü. Yaşlı adamın bastonuna yaslanmış hali, torununun titreyen elleri içimi burktu. “Tamam müdür bey,” dedim. “Gel amca, geçelim servise.” Serviste onları oturttum, çay söyledim. Yaşlı amca utang...

Bastonun Sustuğu Oda

 Bastonun Sustuğu Oda Yedi gece oldu. Toprak sessiz, oda sessiz. Toplantı salonunda dualar, onun ruhuna değil, bizim çaresizliğimize okunuyor sanki. Bastonu vardı, sırtını tam doğrultamayan bir direniş. Buraya utançla geldi. Yılların izi yüzünde derin, gözleri ürkek bir ceylan gibi etrafı süzüyordu. "Ahretlik," dedi bana, zor duyulan bir fısıltıyla. O günden sonra omuz omuza volta attık, omuz omuza baktık televizyona. Zaman burada boldu, tüketilmeyi bekleyen bir acı gibi. O dikiş dikti. Kumaşlar yıprandı, elleri çatladı, beş oğul büyüttü. Biri yandı, tinerin aleviyle küle döndü umudu. Kalanlar işi sürdürdü, ama annelik borcunu unuttular. Başladı göç. İki ay, bir ay, bir hafta... Evler küçüldü, sevgi inceldi. O, kapı yanına konulan çantanın içinde bir hayat yaşadı. Değersiz bir eşya, odadan odaya taşınan bir yük. Nikâh masasına koşup geldiler, sanki bir miras bölüşülüyormuş gibi. Son durak. Huzurevi. Son evin bağışlandı, evlatlarına yük olmamak için yükün kendisi oldular. Hast...

Bir Avuc Kum

 Bir Avuç Kum. Askerlikten döndüğümde cebimde bir tezkere, içimde büyük umutlar vardı. Devletin açtığı memurluk sınavına girdim, kazandım. Bursa Maliyesi’nde icra memuru olarak göreve başladığımda, masanın üzerindeki dosyaların bir gün bana neye mal olacağını bilmiyordum. O zamanlar icra memuru denince, halkın yüzü bir anda ekşirdi. Haklıydılar da; kimse kapısına “borcunuzu ödeyin” diye gelen birini sevmezdi. Bizim iş, sözle değil imzayla yürürdü. Hele vali imzasını taşıyan bir evrak… Demekti ki devlet alacağını ister. Bir sabah, şehrin kenar mahallelerinden birinde, sıradan bir dosya elime geçti. Küçük bir esnaf, birkaç aydır vergi borcunu ödememişti. Evrakı alıp yaya olarak yola çıktım. Gün sıcaktı, toz her adımda havalanıyordu. Adres bir apartmandaydı. Tam karşısında da inşaat… Kalaslar, çimento torbaları, çalışan işçiler… Kapıyı bir kadın açtı.   “Beyinize bu kâğıdı vereyim, yarın borcunu ödesin,” dedim.  Kadın telefonu aldı, içeride konuşmaya başladı. Sesini duyuyord...

Harman

  Harman ​Köyün üzerindeki dağların ardında kızıl bir güneş doğarken, Ali'nin gözleri de açıldı. Sabahın serinliği yavaşça yerini yakıcı yaz sıcağına bırakmak üzereydi. Bugün, tarladan toplanan buğday destelerinin harman yerine taşınıp, düvenle tanelerinden ayrılma günüydü. Bereketin topraktan sofraya uzanan zorlu ama kutsal yolculuğunun en önemli adımı. ​Annesi çoktan kalkmış, tandırda ekmek pişiriyor, babası ise avluda atları hazırlıyordu. Ali aceleyle giyinip, anasının hazırladığı peynir, zeytin ve taze ekmekten oluşan hızlı bir kahvaltıyı yaptı. Kalbinde hem heyecan hem de omuzlarına binecek yorgunluğun hafif bir endişesi vardı. ​Güneş iyice yükseldiğinde, köyden harman yerine doğru yavaş bir göç başladı. Traktörler henüz yaygınlaşmamıştı; buğday desteleri, at arabaları ve sırtlardaki heybelerle taşınıyordu. Ali, babasına yardım ediyor, kollarının yettiği kadar buğdayı arabaya yüklüyordu. Babası, "Bu yıl da yüzümüz güldü oğlum, Allah bereket versin," derken, Ali de to...

İnsan Eti Ağırdır

 İnsan Eti Ağırdır “Senin için canımı bile veririm” derken hep içtendik. O söz dudaktan değil, kalbin derinliklerinden çıkardı. Ama bir gün kader, insanın karşısına öyle bir imtihan koyar ki, gerçek sadakatin ölçüsü o an belirginleşir. Eşim, akciğerinden ameliyat olmuştu. Zayıflamıştı, ancak umutluyduk. Derken yüksek tansiyona bağlı bir kriz geçirdi. Kalbi durdu, hayatla bağı koptu. Doktorlar müdahale etti, geri döndü; fakat hafızası silinmişti. Yeniden doğmuş gibiydi; konuşmayı, yürümeyi, hatta sevdiklerinin yüzlerini tanımayı yeniden öğrenmesi gerekecekti. Benim hayatım ise yoğun bakım kapısının önüne kilitlenmişti. O dar, havasız bekleme salonunda gözlerimiz sürekli kapıda, kulaklarımız içeriden gelecek sese dikiliydi. Bazen bir hemşirenin ayak sesine, bazen bir telefon zilinin çınlamasına umut bağlardık. Gece ve gündüz birbirine karışırdı. Koridorun duvarlarına sinmiş ilaç kokusu, plastik sandalyelerin soğukluğu, saatlerce aynı yerde oturmaktan uyuşmuş bedenler… Orası hastaları...

Öğretmenim

 Öğretmenim Bu yazıda geçenler yaşanmış ve gerçektir.. İnsanın hayatında öyle anlar vardır ki, hiç umulmadıkları zamanlarda umulmadık bir şekilde ummadıklarıyla karşı karşıya gelebiliyorlar. Ben ilkokulda okurken çok sevdiğim bir öğretmenim vardı. Yanlış hatırlamıyorsam adı Tahire Bandırmalıoğlu’ydu. Bu hanım her öğretmenin olduğu kadar sevecen,şefkatli biriydi. Öğrencilerini azarladığını görmedim dersem inanınki yalan söylemiş olmam. Öğretmenimizin beyi ceza hakimiydi. Derslerimizde mahkemelerle ilgili konuları işlerken sınıfımızı gruplar halinde eşinin görev yaptığı mahkeme salonundaki duruşmayı izlemeye götürdüğünü hatırlıyorum. Hakim beyde çok efendi biriydi. Hatırladığıma göre hakim bey sevimli ve güleç yüzlü olup, devamlı bir papyon kravat takardı. Bu ailenin tek çocuğu kızdı. Öğretmenimizin kızından övgüyle bahsettiğini hatırlıyorum. Bize yarım metrekarelik bir bez parçasının üzerinde ilik açmayı,düğme dikmeyi, yama yapmayı,yırtık dikmeyi öğretirdi. “Öğretmenim biz erkeğiz,b...