Kayıtlar

Kırık Sandalye.

Kırık Sandalye Ev sessizdi. Sadece oturma odasındaki eski duvar saati tıkır tıkır ilerliyor, her saniyede biraz daha geçmişi hatırlatıyordu. Meryem, pencerenin önünde durmuş dışarıyı izliyordu. Oğlu Cem, şehirden gelecekti bugün. Üç yıldır görmemişti. Ne bayramda gelmişti, ne doğum gününde aramıştı. Ama bu sabah ansızın arayıp “Anne, akşam sende olacağım” demişti. Sesindeki yorgunluk, Meryem’in içini hem sızlatmış hem umutlandırmıştı. Evin ortasında bir sandalye duruyordu. Eskiden Cem, küçükken o sandalyeye oturur, babasının anlattığı hikâyeleri dinlerdi. Baba gittiğinden beri kimse dokunmamıştı ona. Ayağı kırık, arkalığı çatlak… ama hâlâ oradaydı. Tıpkı anıların dayanıklılığı gibi. Kapı zili çaldığında, Meryem’in kalbi sıkıştı. Elindeki önlüğü aceleyle çıkardı, saçlarını düzeltti. Kapıyı açınca, Cem’i karşısında gördü: Gözlerinin altı mor, omuzları çökmüş. Ama oğlu işte, kanından, canından… Bir an birbirlerine bakakaldılar. Sonra Meryem, sessizce kollarını açtı. Cem, başını annesinin ...

Kurdun Kapanı

 ​Kurdun Kapanı ​Sokağa çıkma yasağı olduğundan, fırsat bu fırsat deyip evimin çatısındaki kiremitleri düzeltmek için çalışıyordum. ​— Kemal! ​Dönüp baktığımda bizim emektar bekçi amcamızdı. ​— Hayrola! ​— Seni karakoldan istiyorlar. ​— Hayrola abi? ​— Ne olduğunu bilmiyorum ama inan bana, kesin kötü bir şey yok. ​Çünkü öyle bir zamandaydık ki, biri çıkıp birinin hakkında kötü bir şeyler söylese sorgusuz sualsiz onu alıp götürüyorlardı. Nereye götürüldüğü, ne zaman geleceği hiç belli olmuyordu. ​Çatıdan indim. ​— Giyineyim, eve haber vereyim, gidelim, dedim. Evde eşim ve çocuklarım benim karakoldan çağrıldığımı duyunca endişelendiler. Gelen bekçi, kötü bir şey olmadığını, sadece oraya kadar gitmem gerektiğini söyledi. ​Neyse, korku içinde evde bıraktığım ailemden daha çok ben korkuyordum. ​Karakoldan içeri girdiğimde, oradaki polis adımı sordu. ​— Şu odada bekleniyorsunuz. İçeri girin, dedi. ​Korku içinde odanın kapısında bir müddet "Gireyim mi, kaçayım mı?" diye düşünürken, ...

Ölümün Gölgesinde Yaşama Tutunmak

  Ölümün Gölgesinde Yaşama Tutunmak Ölüm, artık duvarın ardında bekleyen bir misafir değil, odanın içindeki sessiz bir arkadaştı. Adı fısıldanmıyordu belki, ama varlığı, ciğerlerine çektiği her nefesin sayısını tutuyordu. Ve tam da bu kesinliğin ortasında, insanın ruhu, inatla filizlenen bir tohum gibi hayata tutunuyordu. Bu tutunma, panik halinde bir kaçış değildi. Bu, sakin, onurlu bir direnişti. O, artık uyanışını bir yükümlülük olarak değil, bir zafer olarak görüyordu. Sabahın ilk ışığı, perdenin aralığından süzülüp yüzüne değdiğinde, o an, bütün bir ebediyete bedeldi. Parmak uçları titreyerek battaniyenin yumuşak kenarına dokunuyor, kahvesinin buharında yükselen sıcaklığı yüzünde hissediyordu. Bu, bir duyusal oruçtu. Eskiden sıradan saydığı her şeyi, şimdi bilinciyle kutsuyordu. Bir yudum suyun boğazından akışını, sokaktan gelen bir çocuk sesinin berraklığını, pencerenin önündeki saksıdaki kuru toprağın kokusunu... Her bir duyum, "Hâlâ buradayım, ve sen benden bunu alamazsın...

Gazoz Kokan Bir Yaz Tatili

 Gazoz Kokan Bir Yaz Tatili ​Yaz tatili, pek çok arkadaşım için deniz, top veya kaygısız uykular demekti. Benim içinse, ilçenin gazoz imalathanesinden yayılan keskin, tatlı limon kokusunun ve erken kalkmanın habercisiydi. Güneş, henüz dağların üzerinden tam yükselmemişken, kız kardeşimle beraber sırtımızda hissettiğimiz o tatlı baskıyla uyanırdık: Bu yaz da sermayeyi çalıştıracaktık. ​İmalathaneden aldığımız on beş kasalık gazoz stoğu, günün sıcaklığıyla erimeden, bizi bekleyen potansiyel bir kazanç ve bir o kadar da büyük bir sorumluluk yığınıydı. ​İmalathane sahibi, her seferinde aynı keskin bakışla bizi süzerdi: "Şişe zayiatı yok, unutmayın. Yoksa cukkadan düşerim." Bu uyarı, sadece bir ticaret kuralı değil, bizim için küçük dünyamızın en büyük ekonomik tehdidiydi. Birkaç kırık veya kayıp şişe, günün tüm kârını eritebilirdi. ​Gazozun tadı ne kadar güzel olursa olsun, o yaz sıcağında buzsuz satılmazdı. İşte bu noktada, o dönemin lojistik mucizesi devreye girerdi: Bursa’dan ...

Zimmet Defteri

  Zimmet Defteri Maliye’de icra memurluğu yapmak, dışarıdan bakıldığında masa başı bir iş gibi görünür. Oysa o masanın arkasında, insanın yüreğini kemiren nice hikâye saklıdır. Sabahları erkenden daireye gider, eline kalınca bir tomar evrak verilir. O evrakların her biri bir evin kapısını, bir hayatın yükünü temsil eder. Bursa gibi büyük bir şehirde günde en fazla iki, bilemedin üç adrese uğrayabilirsin. Daha fazlasına yetişmeye kalksan, geride içinden çıkılmaz bir yığın birikir. Bir de işin şu tarafı var: Üzerindeki dosyalardan biri beş yıl boyunca işlem görmeden kalırsa, zaman aşımına uğrar. O zaman da zimmet çıkar. Herkes bilir ama kimse dillendirmez — bazen insanın yüreğine zimmet çıkar, ama onu ödeyemezsin. Bir sonbahar sabahıydı. Dairedeki sessizliği sadece daktilo sesleri bozuyordu. Masama konan evraklardan biri gözüme ilişti: Küçük bir bakkal dükkânı, borç miktarı da öyle büyük sayılmazdı. “Bugün bundan başlayayım,” dedim kendi kendime. Adrese gittiğimde, bakkalın kepenkler...

Hamileyim

 Hamileyim Almanya, benim için sadece bir doğum yeri değil, zihin ve ruh kalıbımın şekillendiği soğuk, rasyonel bir laboratuvardı. Babamın iş arayışıyla başlayan bu göç, kısa sürede annemin varlığıyla bir yuvaya dönüşmüştü; ama o yuva, Alman orta sınıfının titiz kurallarının gölgesindeydi. Tüm eğitimimi burada tamamladım. Anaokulundan sonra girdiğim okul, bir kariyer fabrikası gibiydi ve ben, son sınıfa geldiğimde, o fabrikanın en parlak ürünüydüm. Notlarım, kapıları açan sihirli bir anahtardan farksızdı. Üniversite öncesi mesleki yönlendirme programı, bu parlaklığın resmi onayıydı: Okulumuzdan başvuran on dört iddialı genç arasından seçilen iki öğrenciden biriydim. Geleceğim, kusursuz bir mimari eseri gibi planlanmıştı. Bu mükemmeliyetçi okulu üstün başarıyla bitirdikten sonra, doğal akışla Hukuk Fakültesi’ne girdim. İşte tam bu profesyonel yolculuğun başında, kişisel tarihimin en büyük kırılması yaşandı. Liseden çok yakın arkadaş olduğum kız arkadaşım da aynı fakülteye kaydolmuşt...

Bir Avuç Kum

 Bir Avuç Kum. Askerlikten döndüğümde cebimde bir tezkere, içimde büyük umutlar vardı. Devletin açtığı memurluk sınavına girdim, kazandım. Bursa Maliyesi’nde icra memuru olarak göreve başladığımda, masanın üzerindeki dosyaların bir gün bana neye mal olacağını bilmiyordum. O zamanlar icra memuru denince, halkın yüzü bir anda ekşirdi. Haklıydılar da; kimse kapısına “borcunuzu ödeyin” diye gelen birini sevmezdi. Bizim iş, sözle değil imzayla yürürdü. Hele vali imzasını taşıyan bir evrak… Demekti ki devlet alacağını ister. Bir sabah, şehrin kenar mahallelerinden birindeki bir mükelkefe ait, sıradan bir dosya elime geçti.  Vergi borcunu ödememişti. Evrakı alıp yaya olarak yola çıktım. Gün sıcaktı, toz her adımda havalanıyordu. Adres bir apartmandaydı. Tam karşısında da inşaat… Kalaslar, çimento torbaları, çalışan işçiler… Kapıyı bir kadın açtı.   “Beyinize bu kâğıdı vereyim, yarın borcunu ödesin,” dedim.  Kadın telefonu aldı, içeride konuşmaya başladı. Sesini duyuyordum: ...