Kış Gecesi Mezarlıkda

 


Kış Gecesi Mezarlıkta
Yazan: Kamil Erbil

Kışın uzun gecelerinde, mahalle kahveleri sıcak birer sığınaktır. Sigara dumanı tavanda dolaşırken, altı-yedi kişilik masalarda türlü hayaller kurulur.

Bir masa kalabalık, hararetli... Ne konuştuklarını kimse duymasın diye başları birbirine yakın. Yan masada oturan, mahallede sözü geçen yaşlı bir adam gözlüğüyle gazetesine gömülmüş gibi görünse de, kulakları ister istemez yan masaya kayıyor.

Söz döndü dolaştı, defineye geldi. Masadakilerden biri, “Çocuk oyuncağı bu iş,” diye anlattıkça, ötekiler ağzı açık dinliyor. Az kalsın o anda kalkıp kazmaya gidecekler. Kar mı yağıyor, umurlarında değil.

Gazete okur gibi yapan adam dayanamayıp yerinden kalktı.

“Kusura bakmayın, hararetli konuşuyordunuz, ilgimi çekti,” diyerek masalarına oturdu.

Ona bir çay söylediler.

“Define işinden mi bahsediyordunuz?” dedi.

Gençlerden biri, “He amca, öyle,” deyince yaşlı adam sigarasından bir nefes alıp:

“Biz de bir zamanlar bu işlere heves ettik,” dedi.

Herkesin gözü açıldı.

“Sahi mi? Buldun mu?”

“Durun,” dedi adam. “Bu işin pîri bir arkadaşım. Burada, şurada oturuyor. Çağırayım da o anlatsın.”

Çağırılan adam geldi, oturdu. Çayını karıştırırken dışarıda yağan kara bakarak anlatmaya başladı:

“Emeklilikten sonra köroğlu bir ben, ayvaz bir arkadaş kaldık. Bir gün bu çocukluk arkadaşım geldi, belli ki ağzında bakla ıslanmıyor ama lafı dolandırıyor.

‘Ne diyorsan de artık,’ dedim. Gözleri parladı:

‘Bir define yeri tespit ettim,’ dedi.

Ulan dedim, dam üstünde saksağan… Git işine. Ama yapıştı bir kere. Eski bir Rum köyünden bahsediyor. Terk edilmiş, taş üstünde taş kalmamış. Köylü başka yere taşınmış, burası da definecilerin uğrak yeri olmuş.

Dediğine göre, mezarlığın en köşesinde, taşı bile olmayan bir mezarın altında çömlek dolusu altın varmış. Hani 500-600 tane.

Dedim, ‘Ulan bu çömleği sen mi koydun da sayısını biliyorsun?’

Meğerse köyden bir tanıdığı varmış, o demiş. Yunanistan’dan gelen bir adam yıllardır bu mezarı arıyormuş. Adamın dedesiymiş orada yatan.

Ne yalan söyleyeyim, aklım gitti. Hanım karşı çıktı. ‘Ya hapiste, ya hastanede biter bu iş,’ dedi.

Ama o gece rüyamda altın saydım.”

(Gülüşmeler.)

Ama gözleri ciddileşti:

“Gittik. Kazma kürek, mezarlığın kenarına. Araba eski, plakası yok. Egzoz susturulmuş. Arabanın içi yalıtılmış, ses çıkmasın diye. Film gibi.

Mezarı kazmaya başladık. Ben gözcü. Tam yarıya gelmişken bir kargaşa... Köylüler bastı. Ellerine ne geçtiyse vurdular.

Ben bayır aşağı kaçarken yuvarlandım, kolumu kırdım. Tam biri levye ile kafama indirecekti ki jandarma geldi. Meğer Yunanlı adam şüphelenip ihbar etmiş. Köyden biri de bizi mezarlıkta görünce köye haber salmış.

O gece hastanelik olduk. Yengeniz günlerce başımda bekledi ama bir gülüyordu ki... Vallahi diğer kolumu da kırsalardı da o gülüşü görmeseydim daha iyiydi.”

Masada bir sessizlik oldu. Yaşlı adam bir nefes alıp başını çevirerek arkadaşına baktı:

“Kılavuzu karga olanın burnu pislikten kurtulmazmış, değil mi?”

Ve yüzünde bir tebessümle, “İyi geceler,” deyip kalktı, gözden kayboldu.

Yaşlı adamın ardından masadakiler bir süre sessiz kaldı.

Sonra içlerinden biri, Mahir, fısıltıyla konuştu:

“Abi… Sizce bu herif uydurdu mu şimdi?”

“Bilmem,” dedi yanındaki. “Ama egzoz susturmak falan… Detaylar inandırıcıydı.”

Kahkaha atmak ister gibi oldular ama gülemediler. İçlerinden biri çayı yudumladı:

“Ulan ya doğruysa?”

(Mahir’in aklına fikrine kurt düşmüştü bir kere...)

O gece eve gitmedi, kahve kapandıktan sonra doğrudan kuzeninin evine gitti. Kuzeni Yasin’in arabası vardı, alet edevat da ondaydı. Konuşurlarken Mahir gözleri parlayarak anlattı olan biteni:

“Abi defineci adamı canlı canlı dinledik lan! Kazdıkları mezarın yeri hâlâ oradadır belki.”

Yasin başta “Boş iş,” dedi ama sonra gözlerini kısıp, “O köy dediğin… Hani şu terk edilmiş olan değil mi? Harabe minare falan olan?”

Mahir başını salladı. “Aynen orası.”

O gece karar verdiler. Sabah ezanına kadar plan yaptılar. Haritadan yol baktılar. Ve bir gece sonra, ayazın en kör saatinde yola çıktılar.

Mezarlığa vardıklarında, ortalık zifiri karanlıktı. Arabayı köyün dışına bıraktılar, ellerinde kazma, kürek, bir de küçük bir el feneri. Mezarlığın içi sessizdi ama ayaklarının altında kar buz tutmuştu, her adımda çatırdı sesi yankılanıyordu.

Mahir, defineci ihtiyarın tarif ettiği köşeyi bulduğunda kalbi deli gibi atıyordu.

“Burası,” dedi. “Taşsız, mezar taşı bile yok. Tam dediği gibi.”

Yasin bir sigara yaktı, etrafa bakındı.

“Kimse yok,” dedi. “Hadi başlayalım.”

Kürek toprağa bir kere girdi.

Sonra bir daha.

Ve bir daha.

İlk saatte hiçbir şey çıkmadı. İkinci saate geçtiklerinde el fenerinin ışığı azalmaya başlamıştı. Yorgunluk çökmüştü üzerlerine ama Mahir durmuyordu.

Tam o sırada, kürek bir şeye çarptı.

Tınnn… Metal.

Yasin gözlerini açtı, Mahir nefesini tuttu.

Karı, toprağı sıyırdılar. Yuvarlak, paslı bir kapağa benziyordu. İkisinin de elleri titriyordu. Mahir kapağa eğildi, parmaklarıyla temizlemeye çalıştı.

Tam kapağı kaldıracakken, karanlıkta bir ses yankılandı:

“Ne yapıyorsunuz burada?”

Işık patladı. Fener değil. Uzaktan bir arabanın farı.

Bir ses daha:

“Eller yukarı! Jandarma!”

Jandarma karanlığı yırttığında, Mahir’in dizlerinin bağı çözüldü. Kapağı kaldırmaya çalışırken yere kapaklandı. Yasin elini havaya kaldırdı ama içinden geçenleri gizleyemedi:

“Bittik lan biz...”

Üç jandarma indi araçtan. Silahlar belinde, gözler tetikte. Bir tanesi bağırdı:

“Ne kazıyorsunuz burada?!”

Mahir yutkundu.

“Abi biz… Biz define aramıyoruz, vallahi aramıyoruz. Sadece—”

“Gece mezar kazarak ne arıyorsunuz oğlum siz? Kimi çıkartacaktınız?”

Yasin ayağa kalktı.

“Biri anlattı bize, yaşlı bir adam… Hikâye gibi… Biz de…”

Komutanın kaşları çatıldı.

“Ne yaşlısı?”

Mahir başını eğdi.

“Kahvede anlattı. Bir defineciymiş. Eskiden bu köyde bir şeyler yaşamış.”

O an komutanın yüzü değişti. Sanki bir yerden tanıyor gibiydi bu hikâyeyi.

Gözleri karardı.

“Ne anlattı size? Tek kelimesine kadar anlatın.”

Sabah, karakolda sorguya çekildiklerinde, Mahir ve Yasin neyle karşı karşıya olduklarını anlamaya başlamışlardı. Olay basit bir “mezar kazma suçu” gibi durmuyordu. Komutan gece boyunca telefonla biriyle konuşmuştu. Arada bir göz ucuyla ikisine bakıyor, sonra tekrar telefona dönüyordu.

Sabah saat yedi gibi biri karakola geldi.

Siyah kabanlı, düzgün sakallı, ağır adımlı bir adam.

Komutan ayağa kalktı.

Adam Mahir’e döndü.

“Anlattı mı size?” dedi. “Her şeyi mi anlattı?”

“Kim?” dedi Mahir. “O yaşlı adam mı?”

Adam yaklaştı. Gözlerinde hem öfke hem merak vardı.

“Size ne söyledi biliyor musunuz? Yarım bıraktı. O mezarlıkta sadece define yok. O mezarlıkta, devletin saklamaya çalıştığı bir sır yatıyor. Ve o kapağın altı… Sadece başlangıçtı.”

Adam cebinden katlanmış bir fotoğraf çıkardı. Sararmış, kenarları yıpranmıştı. Üç adam duruyordu karede: biri jandarma üniformasında, diğeri sivil, ortadaki ise genç, yüzü korkuyla karışık bir öfkeyle gerilmiş.

“Ortadaki benim kardeşim,” dedi adam. “1984 yılında kayboldu. O mezarlığa gömüldü. Ne bir kayıt, ne bir tutanak... Sadece toprak ve suskunluk. Ve o yaşlı adam – siz kahvede tanıdığınız kişi – o yıllarda buradaydı. Her şeyin içindeydi.”

Mahir’in içi buz kesti.

“Ama bize define anlattı. Hazine...”

Adam gülümsedi, acıyla.

“Sizin için o bir hikâyeydi. Ama ben o kapağın altına ömrümü verdim. Adalet orada... ya da en azından onun kalıntısı.”

Komutan sessizce dışarı çıktı. Onun da yüzü kararmıştı. Belki yıllardır bildiği, ama sustuğu şeyler vardı.

O gün öğleden sonra Mahir ve Yasin serbest bırakıldı. Ama gece o mezarlığa dönmediler. Artık kazılacak bir şey yoktu onlar için. Hikâye, eğlence olmaktan çıkmıştı.

İki hafta sonra küçük bir haber düştü yerel gazeteye:

“Bozkır Mezarlığı’nda Toplu Mezar İddiası: 80’li Yıllara Ait Askeri Kayıtlar Gündemde.”

Ama haber çabuk silindi. Sayfalar kaldırıldı. Komutan başka bir yere tayin edildi. Siyah kabanlı adamdan ise bir daha haber alınamadı.

Yıllar sonra Mahir bir akşam, oğlunun odasında eski gazeteleri karıştırırken, yine o eski haberi gördü. Başlık, yıllar önce okuduğu kadar kesikti ve haberin içeriği de silinmişti. Ama bir şeyler vardı, bir eksik.

Bir gece, o eski haberi okurken, birden bir şey fark etti: o fotoğrafı hala hatırlıyordu. O üç adamdan biri komutan, biri yaşlı adam, biri ise gerçekten kaybolan adamdı. Komutanın suratı, yıllar sonra bile hafızasından silinmemişti.

Mahir, birden ellerini başına koydu. Yıllardır bir tür rahatsızlık hissetmişti. Yasin’le kazdıkları o mezar, sadece bir define değil, çok daha fazlasını saklıyordu. Ve komutan, o gece her şeyin doğru olduğuna dair bir iz bırakmıştı.

Mahir'in aklında şimdi bir soru vardı: Gerçekten ne vardı o mezarın altında?

İçindeki soru işareti giderek büyürken, o günden sonra gece rüyalarına girmeye başlayan o eski köy ve mezarlık sürekli zihninde döner oldu. “Bir gün, belki bir gün…” diye düşündü. Belki de o sır, asla çözülmeyecek bir bilmeceydi.

Ama Mahir artık bir şeyin farkına vardı: Bazen bazı hikayeler, sadece yaşandıkları zaman bir anlam taşır. Ve bazı sırlar, insanların yaşadığı gerçeğin en derinlerinde gömülü kalır


Kamil Erbil

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AYAKKABI BOYACISI

OTUR.. SIFIR...

Tadı Kalmadı