Kayıtlar

Eylül, 2025 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Ameliyat

 Ameliyat Ahmet, bembeyaz bir odanın içinde, zamanın akışını yitirmiş gibi bekliyordu. Kolundaki damar yolu, hayatla arasına gerilmiş ince bir iplik gibiydi. Kalbinin atışları, kulağında bir davul gibi yankılanıyordu. Her şey sessizdi ama içinde fırtınalar kopuyordu. Birazdan adı seslenecek, ameliyathanenin kapıları açılacak ve bilinmeze doğru bir yolculuğa çıkacaktı. ​Aklında ne bir korku ne de bir cesaret vardı. Sadece belirsizlik... Kontrolün tamamen elinden alınmış olması, onu en çok huzursuz eden şeydi. Gözlerini kapattı, anılar bir film şeridi gibi akmaya başladı. Çocukluğu, gençliği, ilk aşkı… Sonra eşi Ayşe geldi aklına. Onun endişeli ama bir o kadar da umut dolu bakışları… Ameliyata girmeden hemen önce fısıldadığı o sözler: "Her şey güzel olacak, biliyorum." ​Bir ara dışarıdan gelen bir kahkaha sesiyle irkildi. Koridorda çocuklar koşuşuyordu belli ki. Bu normal hayatın sesi, Ahmet'in içinde bulunduğu durumu daha da garip kılıyordu. Dışarıda hayat devam ediyordu, ...

Köy Berberi

 Yaşlandıkça etrafımıza çoğunluklada çocukluk ta yaşadıklarımızdır anlattıklarımız, geçmişe özlem diye düşünüyorum. Oysa şimdi geçmişten daha rahat bir yaşantımız olduğu da bir gerçek. .Köylerde muhtar tarafından  fikride alınarak yıllık olarak köye berber tutulurdu. Berber kazancı yıllık olarak köylünün ürettiği buğdaydan hak almak şeklinde olurdu. Buna dahil olmıyanlar ise traşını para ile olurdu. Hasat zamanı geldiğinde köy korcusu ile köy berberi harmanları dolaşır anlaşılan hakkını kile olarak alırdı. Alınan buğdayları berber daha sonra satarak paraya çevirirdi. Hak kile olarak anlaşılırdı. Mesela yıllık köylüden 100 kile buğdaya anlaşılırdı. Onsekizkiloluk tenekelerle iki teneke dolusu buğday bir kile sayılırdı. İşte bu berberler o köyün hem berberi,hem dişçsi hemde sünnetçisi idi.  Köye haftada bir veya iki kere gelirdi. Köyün kahvesinde ona ayrılan bir tahta masada sabahtan akşama kadar gıcırdayan tahta sandalye üstünde saç sakal traşı yapardı. Bir usturası,ustura...

Baba3

 Sararan yaprakların döküldüğü yol üzerinden elindeki bastonu ile ilerlerken,üzerine bastığı yaprakların çıkardığı sesler kulağına musiki notaları gibi geliyordu. Ağır ağır ilerledi. Bahçenin ön tarafındaki şehre hakim bankın yanında bir müddet durdu. Sonbaharın sarı ,yeşil ve kırmızının hemen hemen bütün renk çeşitleri ile ova aşağıda tüm haşmeti ile gözlerinin önünde idi. Dalgın dalgın bir müddet ayakta bastonuna dayanarak uzun uzun seyretti. Yanında dikildiği bankın üzerine oturdu,bastonuna iki elini dayadı ve tekrar yukarılardan şehrin o muhteşem görüntüsünü kuş bakışı seyre daldı. Sonbaharın insanı büyüleyen havası bankta oturan adamı buralardan alıp ta geçmişe götürmeye yetmişti. Annesi şehrin pazarı olduğu soğuk ve yağmurlu bir günde pazara geldiğinde dünyaya geldi. Altı yaşına kadar annesinin ve babasının görev yaptığı köyde yaşadı. İlkokul çağına geldiğinde ilçede alınan bir evde anneannesi ile birlikte oturmaya başladı. Ama anneannesi o ikinci sınıfta iken vefat etti. Tek...

Mezar Taşlarının Gölgesinde

 Mezar Taşlarının Gölgesinde  yıllardır bir söylenti dolaşırdı: Eski mezarlığın altında gömü vardı. Kimi “Rumlardan kalma altın”, kimi “asker kaçırmış defineyi oraya saklamış” derdi. Bu sözler, köydeki üç beş gencin kulağına bal gibi geldi. Bir gece ay ışığı altında, ellerinde kazma küreklerle gizlice mezarlığa girdiler. Rüzgârın uğultusu, mezar taşlarının arasından fısıltılar gibi geçiyordu. Yürekleri çarpsa da hayallerine kapıldılar: Küpler dolusu altın, bir anda değişen hayatlar… Toprağı kazmaya başladılar. Her kürek darbesinde biraz daha derine indiler, ama aynı zamanda biraz daha korkuya battılar. Sessizliği bozan yalnızca nefes alışları ve demirin taşlara sürtünme sesi vardı. Ama çok sürmedi. Gürültüyü duyan köylüler uykularından fırladı. Meşalelerle mezarlığa koştular. Karşılaştıkları manzara öfke doluydu: Atalarının yattığı yer, define sevdasına kurban ediliyordu. Köylüler gençlerin üzerine yürüdü. “Utanmazlar! Mezar soyucular!” diye bağırıyor, kimisi sopayla, kimisi t...

Kumarın Karanlık yüzü

 ​Okulu bırakıp işe başladıktan sonra hayatım mahalle kahvelerinin sigara dumanıyla dolu akşamlarına kaymıştı. Kağıtla ilk tanışmam o loş, göz gözü görmeyen ortamlarda başladı. Önce merakla masaları seyrettim, sonra masalarda dördüncü kişi olarak yerimi aldım. Öyle bir daldım ki, askere gitmeden bilmediğim oyun kalmamıştı. ​Astkerlik dönüşü bir fabrikada işe başladım, ama tüm boş zamanlarımda oyun oynamaktan büyük keyif alıyordum. Galiba söylemeyi unuttum: Uzun zamandır parasına oynuyordum. Parasız oynamak bana haz vermiyordu, oyunun tüm heyecanı paranın riskinde gizliydi. Gece kahveye çıktığımızda, bilenler kapıdan girer girmez kaşla göz arasında bakışlarla anlaşır, hemen masayı kurardık. ​Bazen kazanıyorsun. Aldığın o ilk kamçılama hissiyle daha bir hızla oyuna dalıyorsun ve aldıkların fazlasıyla geri gidiyor. O masada sadece kazanan mekan sahibi oluyordu. Bunu beynimin bir köşesi bildiği halde, oyun oynama arzusu sanki bir kurt gibi içime girmiş, durmadan fısıldıyordu: “Hadi oyn...

Bir Ekmek Bir Umut

  Bir Ekmek Bir Umut Akşamın alacalı ışıkları marketin camlarına vuruyordu. Cemil, küçük oğlu Emir’in elinden tutmuş, rafların arasında dolaşıyordu. Ekmek, süt, bir paket makarna… Liste kısaydı, ama ihtiyaçlar uzundu. Emir, renkli kalemler ve küçük bir çikolata görünce heyecanla babasının gözlerine baktı. Cemil önce tereddüt etti, sonra gülümsedi: "Al bakalım, bugün senin günün." Kasaya geldiklerinde Cemil cüzdanını açtı. Bozuk paraları sayarken alnında ince bir ter damladı. Para yetmiyordu. Kasiyerin sabırsız bakışları, arkada biriken müşterilerin sessiz homurtuları arasında Cemil, sepete uzandı. "Şey... Kalemleri çıkaralım. Çikolatayı da..." Sesi çatallandı. Emir sessizce başını eğdi. Çocuk kalbinin kırıldığı o anı Cemil gözlerinden okudu. Kalan birkaç temel gıda ürünüyle marketten çıktılar. Dışarının soğuk havası Cemil’in yüzüne çarptı ama içindeki burukluk çok daha derindi. Oğlunun küçücük elleri avucunun içinde titrerken, Cemil kendi kendine yemin...

Koğuşun kapısı gıcırdayarak açıldı.

 Koğuşun kapısı gıcırdayarak açıldı.  Gardiyan omzuma dokundu, “Gir içeri,” dedi. İçeri adımımı atar atmaz bütün başlar bana döndü.  “Ee ne oldu lan, anlatsana!” diye atıldı İdris.  “Geçmiş olsun abi,” dedi Çakır, çay kaşığını metal bardağa vurarak.  Ranzaların üstünden sesler geldi:  “Söylesene be adam, meraktan çatlatma!” Ben hiç cevap vermedim. Doğruca çay ocağına yürüyüp sandalyeye oturdum.  “Bir çay ver Çakır,” dedim.  Çay önümde dumanı tüterken yan taraftan sigara uzatıldı. Derin bir nefes çektim, gözlerim etrafta gezindi. “Haydi, söyle artık,” dedi biri.  Çaydan bir yudum aldım, dumanı havaya bıraktım.  “Müebbet verdiler…” dedim.  Bir uğultu koptu.  “…ama iyi halden 26 sene yedim.” Koğuş sessizleşti. Sadece kaloriferin tıslaması duyuluyordu.  “Allah kurtarsın,” diyenler oldu.  Çakır masaya yaslanıp, “Üzülme abi, bu da geçer,” dedi.  Başımı kaldırıp ona baktım.  “Geçer…” dedim kısık sesle, “ama delerde...

Sabahın İlk Işığı ve Simit Kokusu

 Sabahın İlk Işığı ve Simit Kokusu ​Sabahın erken saatleri, şehir henüz uyanmamışken, simitçi Selim için mesai başlar. Gecenin laciverdi, şafağın pembe ve turuncu tonlarıyla karıştığı o saatlerde, Selim'in küçük adımları sokakları arşınlamaya başlar. Elinde henüz sıcaklığını koruyan simit tahtasıyla, okul önlerine, işlek caddelere doğru yol alır. Yüzünde, yaşına göre olgun bir ifade vardır. O, yaşıtları gibi oyun oynamak yerine, ailesine destek olmak için çalışmaktadır. ​Selim'in hikayesi, pek çok çocuğun hikayesiyle benzerdir. Maddi sıkıntılar, onu erken yaşta hayatla tanıştırmıştır. Babası hastadır, annesi evde küçük bir terzilik işiyle uğraşmaktadır. Bu zorluklar, Selim'i üzmek yerine, onu daha da güçlendirmiştir. Sırtındaki yük, onun omuzlarını bükmek yerine, ona azim ve kararlılık aşılamıştır. ​Simit satmak, göründüğü kadar kolay bir iş değildir. Soğuk, sıcak, yağmur, kar dinlemeden, her mevsim sokaklardadır Selim. Bazen eli titrer soğuktan, bazen alnından terler akar ...

EVLATLIK

  EVLATLIK Kasabanın çıkışındaki tren garında, yağmurlu bir sabah küçük bir oğlan bulundu. Üzerinde ince bir gömlek, ayakkabıları delik deşikti. Ne cebinde bir kâğıt, ne de kim olduğunu gösteren bir işaret vardı. Sadece boynuna asılı eski, paslı bir madalyon… İçinde hiçbir şey yazmıyordu. Gar görevlileri saatlerce bekledi. Belki birisi gelir de sahip çıkar diye umut ettiler. Fakat kimse çıkmadı. Çocuk, her geçen trene gözlerini dikip “beni de götürün” der gibi bakıyordu. Bir ara kısık sesle sordu:  — Annemi gördünüz mü?.. Kasabada ona sahip çıkan tek kişiler, çocuğu olmayan öğretmen çift, Ayşe Hanım ile Cemal Bey oldu. Evlat özlemiyle yanıp tutuşan bu insanlar, küçük oğlanı bağırlarına bastılar ve adını “Deniz” koydular. Deniz büyüdükçe gariplikler de çoğalmaya başladı. Bazen gecenin bir yarısı çığlıklarla uyanıyor, bazen kimsenin bilmediği melodiler mırıldanıyordu. En çok da boynundaki madalyonu elinden düşürmüyordu. Ona sorduklarında, “Bunu bana annem taktı… ama yüzünü hatır...

Zincir Boğazına Vuruldu

 Üç erkek ve üç kız kardeşin en küçüğüydü. Ablaları annelerine yardım eder, abileri sokaklarda koştururken o, hep onların arasında kalmıştı. Kız olmasına rağmen misket oynamış, mahalle kavgalarına karışmış, ağaçlara tırmanıp dizlerini kanatmıştı. Elbiseleri sık sık yırtılır, annesi söylenirdi: — Kız kısmı böyle mi olur? Azıcık otur evinde! Ama o dinlemezdi. Hayata kendi yolundan bakıyordu. Ona göre kural belliydi: Erkek gibi davranırsan ayakta kalırsın. Yıllar geçti. Çocukluk yerini genç kızlığa bırakırken yüreğinde ilk kez başka bir duygu filizlendi: Aşk. Mahalleden bir delikanlıya tutulmuştu. Önce gururuna yediremedi, “Ben mi âşık olacağım?” dedi kendi kendine. Ama hisler gizlenemezdi. Zamanla bakışlar sözlere, sözler mektuplara dönüştü. Her satırda kalbi titriyor, her adımda hayalleri büyüyordu. Bir gün, bütün cesaretlerini toplayıp kaçmaya kalktılar. Daha on sekizine üç ay vardı. Kısa sürede yakalanıp ailesine teslim edildi. O gün evde kıyamet koptu. Annesi ağladı, babası öfkes...

Doktor

  Doktor  Dedemin hayat hikayesi beni her zaman etkilemiştir. Onun azimli ve çalışkan yapısı, aileye olan bağlılığı ve sevgisi her daim örnek alınacak bir davranış biçimiydi. Babamın da dedeme olan hayranlığı ve saygısı her fırsatta dile getirilirdi. Bu aile geleneği, benim de yaşamımı şekillendirdi ve bana güç ve motivasyon verdi. Babamın ani vefatıyla hayatımın yönü değişti. Ancak dedem ve halamın desteğiyle ayakta kalmayı başardım. Onların sevgisi ve destekleriyle üniversiteyi bitirip tıp fakültesine girmek benim için büyük bir başarıydı. Çalışkanlık ve azim sayesinde uzmanlık sınavını kazanıp genel cerrah olarak işe başladım. Mesleğimdeki her başarıda dedemin ve ailemin desteğini hissediyorum. Onların bana aşıladığı değerler, her zorluğun üstesinden gelmemi sağlıyor. Her hasta ile ilgilenirken, onlara sevgi ve şefkatle yaklaşmamın temelinde ailemin öğrettikleri yatıyor. Bu nedenle her tedavi sürecinde hasta ile sadece tıbbi ilişki değil, aynı zamanda insan ilişkisi kurmaya...