Kayıtlar

Ekim, 2025 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Zimmet Defteri

  Zimmet Defteri Maliye’de icra memurluğu yapmak, dışarıdan bakıldığında masa başı bir iş gibi görünür. Oysa o masanın arkasında, insanın yüreğini kemiren nice hikâye saklıdır. Sabahları erkenden daireye gider, eline kalınca bir tomar evrak verilir. O evrakların her biri bir evin kapısını, bir hayatın yükünü temsil eder. Bursa gibi büyük bir şehirde günde en fazla iki, bilemedin üç adrese uğrayabilirsin. Daha fazlasına yetişmeye kalksan, geride içinden çıkılmaz bir yığın birikir. Bir de işin şu tarafı var: Üzerindeki dosyalardan biri beş yıl boyunca işlem görmeden kalırsa, zaman aşımına uğrar. O zaman da zimmet çıkar. Herkes bilir ama kimse dillendirmez — bazen insanın yüreğine zimmet çıkar, ama onu ödeyemezsin. Bir sonbahar sabahıydı. Dairedeki sessizliği sadece daktilo sesleri bozuyordu. Masama konan evraklardan biri gözüme ilişti: Küçük bir bakkal dükkânı, borç miktarı da öyle büyük sayılmazdı. “Bugün bundan başlayayım,” dedim kendi kendime. Adrese gittiğimde, bakkalın kepenkler...

Hamileyim

 Hamileyim Almanya, benim için sadece bir doğum yeri değil, zihin ve ruh kalıbımın şekillendiği soğuk, rasyonel bir laboratuvardı. Babamın iş arayışıyla başlayan bu göç, kısa sürede annemin varlığıyla bir yuvaya dönüşmüştü; ama o yuva, Alman orta sınıfının titiz kurallarının gölgesindeydi. Tüm eğitimimi burada tamamladım. Anaokulundan sonra girdiğim okul, bir kariyer fabrikası gibiydi ve ben, son sınıfa geldiğimde, o fabrikanın en parlak ürünüydüm. Notlarım, kapıları açan sihirli bir anahtardan farksızdı. Üniversite öncesi mesleki yönlendirme programı, bu parlaklığın resmi onayıydı: Okulumuzdan başvuran on dört iddialı genç arasından seçilen iki öğrenciden biriydim. Geleceğim, kusursuz bir mimari eseri gibi planlanmıştı. Bu mükemmeliyetçi okulu üstün başarıyla bitirdikten sonra, doğal akışla Hukuk Fakültesi’ne girdim. İşte tam bu profesyonel yolculuğun başında, kişisel tarihimin en büyük kırılması yaşandı. Liseden çok yakın arkadaş olduğum kız arkadaşım da aynı fakülteye kaydolmuşt...

Bir Avuç Kum

 Bir Avuç Kum. Askerlikten döndüğümde cebimde bir tezkere, içimde büyük umutlar vardı. Devletin açtığı memurluk sınavına girdim, kazandım. Bursa Maliyesi’nde icra memuru olarak göreve başladığımda, masanın üzerindeki dosyaların bir gün bana neye mal olacağını bilmiyordum. O zamanlar icra memuru denince, halkın yüzü bir anda ekşirdi. Haklıydılar da; kimse kapısına “borcunuzu ödeyin” diye gelen birini sevmezdi. Bizim iş, sözle değil imzayla yürürdü. Hele vali imzasını taşıyan bir evrak… Demekti ki devlet alacağını ister. Bir sabah, şehrin kenar mahallelerinden birindeki bir mükelkefe ait, sıradan bir dosya elime geçti.  Vergi borcunu ödememişti. Evrakı alıp yaya olarak yola çıktım. Gün sıcaktı, toz her adımda havalanıyordu. Adres bir apartmandaydı. Tam karşısında da inşaat… Kalaslar, çimento torbaları, çalışan işçiler… Kapıyı bir kadın açtı.   “Beyinize bu kâğıdı vereyim, yarın borcunu ödesin,” dedim.  Kadın telefonu aldı, içeride konuşmaya başladı. Sesini duyuyordum: ...

Vicdanınn Soğuk Muhasebesi

   Vicdanın Soğuk Muhasebesi Krem rengi, resmi evrakların kokusu genzimi yakardı. Bu koku, benim için yaptığım işin somut haliydi: bir yandan zorlu bir meslek, diğer yandan ise her gün biraz daha körelen bir vicdan muhasebesi. İcra memurluğu, merhameti lüks sayan bir alandı; tıpkı bir cerrahın elindeki neşter gibi, duygularını uyuşturmak zorundaydın. Aksi takdirde, her kapı çalışında omuzlarına biriken utanç ve çaresizlik yükü altında ezilirdin. İcralık olan kişi içinse kapılarına dayandığımız an, bir kağıt parçasından ibaret olmayan, ele güne karşı yaşanan bir rezillikti. Her sabah, müdürün masasında bir tomar evrak, kaderin bana çıkardığı bir piyango gibi dururdu. Bursa gibi devasa bir şehirde, o evrakların adreslerine en fazla iki, belki de kendini çok zorlarsan üç defa uğrayabilirdin. Üçten fazla uğrayacağım dersen, masanın üzerinde içinden çıkılamayacak bir kâğıt dağı oluşur; zaman aşımına uğrayacak her dosya ise sana zimmet çıkma ihtimalini artırırdı. Beş seneydi o meşhu...

Yedi Günlük Sessizlik

  O Yedi Günlük Sessizlik Yedinci gece. Gözlerim kapalı ama Kur'an sesleri ta derinlerden geliyor. Sanki toprağın altından beni yukarı çekmeye çalışan dualar... Ahretliğim, sevgili oda arkadaşım, şimdi o toplantı salonunda, benim ruhum için mi toplandınız? Bir yıl olmuş olmamış, kapıyı çaldılar. "Sana arkadaş geliyor," dediler. Kırk yılın yüküyle gelmiştim buraya; bastonuma yaslanmış, utancımdan sanki geri geri gidiyordum. Beni buraya getiren ayaklarım, çocuklarımın evinden kaçırdıklarımla aynı duyguyu taşıyordu: Utanç. Müdürenin odasında tanıştık. Daha ilk bakışta "ahretlik" olduk. O kadar yorgundum ki, bana "otur" dediğinde utançla süzdüm onu. Ben koca hayatımı bir dikiş makinesinin başında ilmek ilmek işledim. Beş oğul büyüttüm, birini tiner yangınında kaybettim. O yangın, sadece ciğerimi değil, evlat sevgime olan inancımı da yakıp kül etmişti. Ömrüm, bir evden diğerine taşınan değersiz bir eşya gibi geçti. İki ay, bir ay, bir hafta... Sonra kapının...

Vicdanın Sesi

 Vergi dairesinde yoğun bir sabah geçiriyordum. Masam evraklarla doluydu, kafam da öyle. Tam bir yazıyı bitirmek üzereydim ki hizmetli kapıyı aralayıp içeri uzandı: “Şefim, müdür bey sizi çağırıyor.” Başımı kaldırdım. Sesinde bir tuhaflık vardı ama anlam veremedim. “Geliyorum.” dedim ve dosyalarımı olduğu gibi bıraktım. Müdür beyin odasına girdiğimde, onun ellerini göğsünde kavuşturmuş, masasına yaslanmış halde ayakta durduğunu gördüm. Odanın köşesinde, 65–70 yaşlarında sakallı bir adam, sol elinde baston, diğer elinde küçük bir poşet tutuyordu. Yanında, korku dolu gözlerle etrafı seyreden 7–8 yaşlarında bir erkek çocuk vardı. Müdür, sert bir ses tonuyla konuştu: “Bu amca pazarda torunuyla birlikte kadınların başörtüsü için oya satıyormuş. Gerekli işlemi yapın.” Sözlerinin ağırlığı odaya çöktü. Yaşlı adamın bastonuna yaslanmış hali, torununun titreyen elleri içimi burktu. “Tamam müdür bey,” dedim. “Gel amca, geçelim servise.” Serviste onları oturttum, çay söyledim. Yaşlı amca utang...

Bastonun Sustuğu Oda

 Bastonun Sustuğu Oda Yedi gece oldu. Toprak sessiz, oda sessiz. Toplantı salonunda dualar, onun ruhuna değil, bizim çaresizliğimize okunuyor sanki. Bastonu vardı, sırtını tam doğrultamayan bir direniş. Buraya utançla geldi. Yılların izi yüzünde derin, gözleri ürkek bir ceylan gibi etrafı süzüyordu. "Ahretlik," dedi bana, zor duyulan bir fısıltıyla. O günden sonra omuz omuza volta attık, omuz omuza baktık televizyona. Zaman burada boldu, tüketilmeyi bekleyen bir acı gibi. O dikiş dikti. Kumaşlar yıprandı, elleri çatladı, beş oğul büyüttü. Biri yandı, tinerin aleviyle küle döndü umudu. Kalanlar işi sürdürdü, ama annelik borcunu unuttular. Başladı göç. İki ay, bir ay, bir hafta... Evler küçüldü, sevgi inceldi. O, kapı yanına konulan çantanın içinde bir hayat yaşadı. Değersiz bir eşya, odadan odaya taşınan bir yük. Nikâh masasına koşup geldiler, sanki bir miras bölüşülüyormuş gibi. Son durak. Huzurevi. Son evin bağışlandı, evlatlarına yük olmamak için yükün kendisi oldular. Hast...

Bir Avuc Kum

 Bir Avuç Kum. Askerlikten döndüğümde cebimde bir tezkere, içimde büyük umutlar vardı. Devletin açtığı memurluk sınavına girdim, kazandım. Bursa Maliyesi’nde icra memuru olarak göreve başladığımda, masanın üzerindeki dosyaların bir gün bana neye mal olacağını bilmiyordum. O zamanlar icra memuru denince, halkın yüzü bir anda ekşirdi. Haklıydılar da; kimse kapısına “borcunuzu ödeyin” diye gelen birini sevmezdi. Bizim iş, sözle değil imzayla yürürdü. Hele vali imzasını taşıyan bir evrak… Demekti ki devlet alacağını ister. Bir sabah, şehrin kenar mahallelerinden birinde, sıradan bir dosya elime geçti. Küçük bir esnaf, birkaç aydır vergi borcunu ödememişti. Evrakı alıp yaya olarak yola çıktım. Gün sıcaktı, toz her adımda havalanıyordu. Adres bir apartmandaydı. Tam karşısında da inşaat… Kalaslar, çimento torbaları, çalışan işçiler… Kapıyı bir kadın açtı.   “Beyinize bu kâğıdı vereyim, yarın borcunu ödesin,” dedim.  Kadın telefonu aldı, içeride konuşmaya başladı. Sesini duyuyord...

Harman

  Harman ​Köyün üzerindeki dağların ardında kızıl bir güneş doğarken, Ali'nin gözleri de açıldı. Sabahın serinliği yavaşça yerini yakıcı yaz sıcağına bırakmak üzereydi. Bugün, tarladan toplanan buğday destelerinin harman yerine taşınıp, düvenle tanelerinden ayrılma günüydü. Bereketin topraktan sofraya uzanan zorlu ama kutsal yolculuğunun en önemli adımı. ​Annesi çoktan kalkmış, tandırda ekmek pişiriyor, babası ise avluda atları hazırlıyordu. Ali aceleyle giyinip, anasının hazırladığı peynir, zeytin ve taze ekmekten oluşan hızlı bir kahvaltıyı yaptı. Kalbinde hem heyecan hem de omuzlarına binecek yorgunluğun hafif bir endişesi vardı. ​Güneş iyice yükseldiğinde, köyden harman yerine doğru yavaş bir göç başladı. Traktörler henüz yaygınlaşmamıştı; buğday desteleri, at arabaları ve sırtlardaki heybelerle taşınıyordu. Ali, babasına yardım ediyor, kollarının yettiği kadar buğdayı arabaya yüklüyordu. Babası, "Bu yıl da yüzümüz güldü oğlum, Allah bereket versin," derken, Ali de to...

İnsan Eti Ağırdır

 İnsan Eti Ağırdır “Senin için canımı bile veririm” derken hep içtendik. O söz dudaktan değil, kalbin derinliklerinden çıkardı. Ama bir gün kader, insanın karşısına öyle bir imtihan koyar ki, gerçek sadakatin ölçüsü o an belirginleşir. Eşim, akciğerinden ameliyat olmuştu. Zayıflamıştı, ancak umutluyduk. Derken yüksek tansiyona bağlı bir kriz geçirdi. Kalbi durdu, hayatla bağı koptu. Doktorlar müdahale etti, geri döndü; fakat hafızası silinmişti. Yeniden doğmuş gibiydi; konuşmayı, yürümeyi, hatta sevdiklerinin yüzlerini tanımayı yeniden öğrenmesi gerekecekti. Benim hayatım ise yoğun bakım kapısının önüne kilitlenmişti. O dar, havasız bekleme salonunda gözlerimiz sürekli kapıda, kulaklarımız içeriden gelecek sese dikiliydi. Bazen bir hemşirenin ayak sesine, bazen bir telefon zilinin çınlamasına umut bağlardık. Gece ve gündüz birbirine karışırdı. Koridorun duvarlarına sinmiş ilaç kokusu, plastik sandalyelerin soğukluğu, saatlerce aynı yerde oturmaktan uyuşmuş bedenler… Orası hastaları...

Öğretmenim

 Öğretmenim Bu yazıda geçenler yaşanmış ve gerçektir.. İnsanın hayatında öyle anlar vardır ki, hiç umulmadıkları zamanlarda umulmadık bir şekilde ummadıklarıyla karşı karşıya gelebiliyorlar. Ben ilkokulda okurken çok sevdiğim bir öğretmenim vardı. Yanlış hatırlamıyorsam adı Tahire Bandırmalıoğlu’ydu. Bu hanım her öğretmenin olduğu kadar sevecen,şefkatli biriydi. Öğrencilerini azarladığını görmedim dersem inanınki yalan söylemiş olmam. Öğretmenimizin beyi ceza hakimiydi. Derslerimizde mahkemelerle ilgili konuları işlerken sınıfımızı gruplar halinde eşinin görev yaptığı mahkeme salonundaki duruşmayı izlemeye götürdüğünü hatırlıyorum. Hakim beyde çok efendi biriydi. Hatırladığıma göre hakim bey sevimli ve güleç yüzlü olup, devamlı bir papyon kravat takardı. Bu ailenin tek çocuğu kızdı. Öğretmenimizin kızından övgüyle bahsettiğini hatırlıyorum. Bize yarım metrekarelik bir bez parçasının üzerinde ilik açmayı,düğme dikmeyi, yama yapmayı,yırtık dikmeyi öğretirdi. “Öğretmenim biz erkeğiz,b...

Kamil Erbil in yazılarının tümü

 https://eu.docworkspace.com/d/sIKSIpapOrITNxwY?sa=601.1074

Nuri Dayı

 Eskiden kışlar daha sertmi geçerdi ne? Soğuklar daha soğuk karlar daha çok yağardı galiba. Köyde uzun kış geceleri daha bir başka olurdu sanki. Babam köy kahvesini çalıştırırdı. Kış geceleri uzun olduğundan akşam yemeğinden sonra yavaş yavaş kahve dolmaya başlar, yatsı namazından sonra ise kahve hınca hınç dolardı. Ben kahvede babama yardımcı olurdum.  Kahvenin orta yerinde saçtan yapılmış varil büyüklüğündeki soba ,içeri giren çıkan oldukça içine meşe odunu atılırdı. Odunların yanarken çıkardığı çatırtılar sobanın etrafındakileri adeta uykuya davet ederdi. Her gelen kahvenin kapısından girdimi üzerindeki karları silkeler sonra da sobanın yanında ayakta bir müddet ısınırdı. Yaşlılar daha çok kızaran sobanın etrafında muhabbet ederlerdi. Kahvenin karşılıklı iki duvarında yerden 50-60 santim yüksekte tahtadan yapılmış sedir biçiminde oturulacak genişlikte oturma yeri vardı. Bunun önü ve kahvenin diğer yerlerine tahta masalar sıralanırdı. Masaların etrafına ise tahta sandalyeler...

İlişkiler

  İlişkiler Kültürpark'ta el ele dolaşan genç aşıklar: Bu görüntü, ilk bakışta romantik görünebilir. Ancak gerçekte, bu gençlerin ilişkisi henüz olgunlaşmamış olabilir. İlişkilerinde çatışmalar, kıskançlıklar veya iletişim sorunları yaşayabilirler. Dışarıdan görünen mutluluk yanıltıcı olabilir. Deniz kenarında saatlerce göz göze konuşan orta yaşlı çift: Bu çiftin uzun süredir birlikte olduğu ve derin bir bağ kurduğu düşünülebilir. Ancak gerçekte, ilişkilerinde monotonluk, iletişim eksikliği veya çözülmemiş sorunlar olabilir. Göz göze konuşmaları, sadece geçmişi hatırlamak veya geleceğe dair umutlarını paylaşmak olabilir.   Göl kıyısında omuz omuza yürüyen utangaç sevgili adayları: Bu sahne, romantik bir başlangıcın işareti olabilir. Ancak gerçekte, bu iki kişi birbirlerini tam olarak tanımıyor olabilirler. İlişkileri, beklentiler, korkular ve belirsizliklerle dolu olabilir. Utangaçlıkları, sadece heyecandan değil, aynı zamanda reddedilme korkusundan da kaynaklanabilir.   ...

Yüzleşme

      Yüzleşme  Mesai bitimlerinde ve hafta sonu tatillerinde şehir içi dolmuşlarında çalışıyordum. Yine bir Cumartesi günü, çalıştığım dolmuşla duraktan aldığım müşterileri son durağa doğru götürüyordum. Son durağa varmadan, arabada tek bir erkek müşteri kalmıştı. "Şoför bey, sizinle özel konuşabilir miyim?" dedi. Aynadan adama baktım. Tanımıyordum. "Konu ne?" "Çok özel," dedi. "Ben seni tanımıyorum ki, nasıl bir özelimiz olabilir?" "İnan bana, çok ama çok özel." Meraklanmıştım. "Bir saat sonra arabayı diğer şoföre teslim edeceğim. O zaman buluşabiliriz," dedim. Akşam, çay bahçesine girdiğimde adam köşedeki masalardan birinde oturuyordu. Beni görünce eliyle işaret etti. Mekân yaz olduğu için oldukça kalabalıktı. Ortalık kararmaya başladığından ışıklar yanmıştı. "Hoş geldin." "Hoş bulduk." Merakım iyice artmıştı. İlk defa gördüğüm biri, çok önemli bir şey konuşmak için beni davet etmişti. Neden bilmem, belk...

Yaralı Kalpler Sokağı

Yaralı Kalpler Sokağı Kasabanın sonbahara bürünmüş sokaklarında, sararan yapraklar gibi bir zamanlar canlı olan duygular da birer birer düşüyordu. Eski bir apartmanın üçüncü katındaki dairesinde yalnız yaşayan adam, her sabah penceresinden aynı yere, aynı boşluğa bakar, gözleriyle bir geçmişin izini sürerdi. O sokakta hâlâ onun adı gizliydi; yarım kalmış bir aşkın ve yıllar öncesinden gelen derin bir iç sızısının adı. Yirmi yıl önceydi. Yağmurlu bir mayıs sabahı, elinde dosyalarla o binaya ilk kez adım atmıştı. Üniversiteyi yeni bitirmiş, bir kamu kurumunda staj yapmaya başlamıştı. Hayatın ona ne sunacağını bilmeden, heyecanla geleceğe yürüyordu. Ta ki o gözlerle karşılaşana dek… İkinci kattaki odalardan birinde çalışan kadın, sade giyimi, ölçülü tebessümü ve içine gizlenmiş mahzunlukla dikkat çekiyordu. Ne çok konuşur, ne de fazla görünür olurdu. Ama gözleri… Gözleri, konuşmayan bir kalbin sessiz çığlıkları gibiydi. Adamın gönlüne usulca düşen bu kadın, kalbine ait olduğunu hemen hiss...

Göz Yaşı

 Göz Yaşı -Kolay gelsin komşum.. -Allah razı olsun,gel komşum gel... -Günün kavurucu sıcağından sonra ,suladığın güller arasında akşam keyfi yapıyorsun. -Can sıkıntısı be komşum,can sıkıntısı...Komşum istersen sana bir kahve yapayım da karşılıklı içelim -Bu halinle mi kahve yapacaksın? Benim hanım kahveleri az sonra getirecek. Hem içer hem laflarız. Çocukluğumuz ,delikanlılığımız birlikte geçti. Askerliğimizi de aynı şehirde yaptık. Ben komandoydum,komşum ise jandarmaydı. Terhis olduktan sonra ilk önce o evlendi. Delikanlılığımızda o sevdiğiyle konuşmaya gidince ,ben gözcülük yapardım. Oda  bana yapardı. Onun bir kızı oldu. Benimse hiç çocuğum olmadı. Hanımla beraber  komşumuzun kızını kendi çocuğumuz gibi sevdik. Eşlerimizde çok iyi anlaşıyorlardı.  Komşumuzun kızı birini sevdi. Delikanlı çul tutmazın biriydi. Çok anlatmamıza rağmen dinletemedik. Sonunda evlendiler. Evlendiler ama damat çul tutmazın biriydi demiştim ya… Komşumun hali vakti yerindeydi. Tek kızının yo...

Kimsesiz değildi,torunu vardı

 Kimsesiz değildi,torunu vardı Uçağımız Sabiha Gökçen’e indiğinde içimde tarifi zor bir duygu kabardı. Yıllar sonra eve dönüyordum ama içim hiç huzurlu değildi. Bir yanım özleme çekilirken, diğer yanım göğsümde ağır bir taş gibi duran belirsizliğe teslim olmuştu. Anneannemi hiç tanıyamamıştım. Dedem, onun ölümünden sonra evlenmiş; annem ve dayımlar bu evliliği kabullenememişti. Bana kalan yarım yamalak bir hikâyeydi. Ama çocuk kalbimle bildiğim tek şey, “anneannem” dediğim o kadının hep yanımda olduğuydu. Kan bağı değil, kalp bağı kurmuştuk biz. Çocukken en çok kimi severdin deseler, tereddütsüz anneannem derdim. Sabrıyla, gülümsemesiyle, sevgisiyle hayatımın direğiydi. Ortaokulda üvey olduğunu öğrendiğimde boynuna sarılmış, “Sen benim hep canım anneannem olacaksın,” demiştim. O gün bana öyle bir sarılmıştı ki sanki içine almak istemişti. Ben büyürken hep yanımdaydı. Hastalandığımda başımda bekledi, üniversite bursum yetmediğinde yardım etti. Kanada’daki iş teklifini kabul edebilme...

Baba ve Oğlu

BABA VE OĞLU Babası tarafından iki seçenek sunulan bir meslek lisesi mezunu, bir fabrikada çalışmak yerine kendi atölyesini açmayı seçti. Babası bu isteğine saygı duyarak, dükkanı kiraladı, içindeki tüm demirbaşları ve malzemeleri temin ederek oğluna teslim etti. Ancak, oğlu ticarete yatkın olmadığı için işleri iyi gitmedi ve müşteriyle diyalog kurmakta zorlandı.  Oğlu evlendiğinde, babası ona maddi olarak destek olmaya devam etti. Dükkan kirası, vergiler ve sigorta gibi masraflar dahil, oğlu denkleştiremediği her şeyi kendi cebinden ödüyordu. Hatta yeni evlenen oğlunun ev kirası, su, elektrik, telefon ve ısınma masraflarını bile üstlendi. İki yıl sonra bir torunu olunca, bu masraflara torunun masrafları da eklendi. Oğlu yeterince kazanamasa da, babası aile içinde bir rezillik yaşanmaması için sesini çıkarmıyordu.  Bir süre sonra annesi kansere yakalandı ve vefat etti. Bu süreçte babası, durumunun iyi olduğunu ancak yarının belirsiz olduğunu belirterek oğluna bir fabrikada işe...

Tatil

  ​Tatil ​Gökyüzü, gün batımının turuncu ve pembe tonlarıyla boyanırken, Ege’nin küçük bir sahil kasabasındaki plajda, Ahmet, gözleri ufukta, hafif bir heyecanla bekliyordu. Ayakları ılık kuma gömülüyken, dalgaların ritmik sesi içindeki fırtınayı sakinleştiriyordu. Bu tatili, sevgilisi Elif'le uzun zamandır hayal ediyorlardı. Şehir hayatının koşuşturmasından, iş stresinden uzak, sadece ikisinin olacağı bir yer. ​Telefonu titredi, Elif’ten gelen mesajda "Geliyorum, beş dakikaya oradayım!" yazıyordu. Ahmet’in yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. Elif'le her an, sanki bir film sahnesi gibiydi ve bu tatil, o filmin en romantik bölümü olacaktı. ​Nihayet, yolun sonunda Elif göründü. Üzerinde hafif, beyaz bir elbise vardı ve rüzgar saçlarını savuruyordu. Güneşin son ışıkları yüzüne vuruyor, onu bir melek gibi gösteriyordu. Elif, Ahmet'i görür görmez koşmaya başladı ve kollarını boynuna doladı. "Seni o kadar özledim ki!" diye fısıldadı. ​Birlikte otele doğru y...