Kayıtlar

Haziran, 2025 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Hey Gidi Günler

  Hey Gidi Günler Hey… Okullar kapanınca, içimi bir sevinç kaplardı. Tatilin başladığı daha ilk günlerde, valizimi apar topar hazırlar, annemin rahmetli ablasının köyüne gitmek için sabırsızlanırdım. O köy ki, her bahçesinden bir dere geçer, her evin önünden su şırıltısı duyulurdu. Yaz sıcağının en ağır bastığı günlerde, hem dinlenmek hem de teyzemlere yardım etmek için bir buçuk, bazen iki ay kalırdım orada. Sanki başka bir dünyaydı orası… Şehirde yorgun düşen ruhum, o köyde yeniden can bulurdu. Teyzemin evi, köyün hemen dışında, bayırın eteğinden geçen derenin kıyısındaydı. Bahçesinin üst tarafından dere akardı; yazın sıcağında bile o suyun sesi içimizi serinletirdi. Ev, bodrum üstüne kurulmuş iki katlı, taş gibi sağlam bir köy eviydi. Alt katta, büyükçe bir sofa vardı. Renk renk örme kilimlerle kaplı, duvar kenarlarına yer minderleri serilmişti. Önü tahta paravanlarla ayrılmıştı ama bahçeyi rahatça görebilirdin. Sofanın bir köşesinde mutfak, diğer ucunda odalar; en sağda ise yuk...

Otur!..

 Otur!.. O sabah sınıfta tatsız bir sessizlik hâkimdi. Sınıf arkadaşlarım göz göze gelmekten kaçınıyor, bazıları başını sıraya gömüyordu. Hoca geldiğinde herkes ayaktaydı, ama içten bir "günaydın" yankılanmadı sınıfta. O da alışık olduğu bu sessizlikle kürsüye ilerledi. “Kağıtlarınızı okudum,” dedi. Kalın gözlüklerinin ardından sınıfı süzdü. “Hayal kırıklığına uğradım.” Kalbim sıkıştı. Gece boyunca yazdığım kompozisyon aklıma geldi. İçimi döktüğüm, en derin duygularımı paylaştığım o metin… “Herkes otursun,” dedi. Ardından isimleri okumaya başladı. “Ali, yetmiş. Ceyda, seksen. Mert, altmış beş…” Sıra bana geldiğinde durdu. “Mehmet,” dedi. Bir duraksama oldu. “Sıfır.” Sınıf bir anda bana döndü. Yüzlerce göz üzerimdeydi. Gözlerim doldu ama ağlamadım. Hoca devam etti. Ne bir açıklama yaptı, ne de göz göze geldi. O dersten sonra bir daha eski ben olamadım. Derste parmak kaldırmaz, teneffüslerde tek başıma kalırdım. Sıfırın ağırlığı sadece kâğıtta değil, ruhumda da iz bıraktı. O ya...

İki Günde Çıkan Tazminat

İki Günde Çıkan Tazminat Yıllarca çalıştım, didindim. Ne görevden kaçtım, ne sorumluluktan. Gün geldi, emeklilik vakti geldi çattı. İçim buruk, ama biraz da gururluydum. "Hakkımı aldım, şimdi köşeme çekilirim," dedim. Ama iş öyle sandığım kadar kolay olmadı. Emekli oldum, fakat tazminatım ortada yok. Aylar geçmiş, sıra gelmemiş. Ne zaman geleceği belli değil. Her sorduğumda, "Bekleyeceksin," dediler. Sıra mı vardı, yoksa torpil mi gerekiyordu, kimse açık açık konuşmuyordu ama herkes bir şeyler ima ediyordu. Bir dost, kulağıma eğildi bir gün: “Bak şu partiden bir tanıdık var, bir uğrasan fena olmaz.” İçimden önce "Ben kimseden bir şey istemem" dedim, sonra "Alın teriyle kazandığını almak için bile artık tanıdık gerekirse, yapacak bir şey yok" diye düşündüm. Ve gittim. O da ne? İki gün sonra telefon geldi. "Bankaya uğrayın, paranız yatmış." Dilim tutuldu. Aylarca beklettiği tazminat, iki günde nasıl oldu da çıkıverdi? Ne itiraz ettim ne s...

Dayı Lazımmış...

 Dayı Lazımmış... Uzun yıllar çalıştıktan sonra emekli oldum. Tam da bu sıralarda oğlum askere gitmişti. Yemin törenine katılacaktık ama ne maaş bağlanmıştı, ne de tazminatım ödenmişti. Kurumu sık sık yokluyor, her seferinde aynı cevabı alıyordum: — Sabret abi, olacak... Neyse, ıkına sıkına, utanarak da olsa yemin törenine gidip gelecek kadar bir nakit bulduk. Biletler alındı, hazırlıklar tamamlandı. Yarın gece yola çıkacaktık. O gün, canım sıkkın bir halde çarşıda dolaşırken karşıma eski işyerimden tanıdık biri çıktı. — Hayrola abi, ne iş? dedi. “Gel şu kahve ocağına oturalım. Hem sen anlatırsın, hem de birer çay içeriz,” diye ekledi. Çaylarımızı söyledik, ben de başımdan geçenleri olduğu gibi anlattım. Beni dikkatle dinledi, sonra, — Abi sen çayını iç, ben az sonra dönerim, dedi ve kalktı gitti. Yaklaşık 15-20 dakika sonra elinde küçük bir pusulayla geri döndü. — Abi, Falanca abimin çok selamı var. Şu pusulayı, şu kurumda şu kişiye ver. Benim gönderdiğimi ve selamını söylediğini ...

Olmaz Dediğin...

  Olmaz Dediğin... Yıllar aktı gitti. Ne zaman başladım bu işe, ne zaman emeklilik kapıya dayandı, inanın hatırlamıyorum bile. Sabahları erken kalkmanın alışkanlığı, öğle yemeğine beş dakika geç gitmenin bile suç sayıldığı o düzen... Her şey bir rutine dönüşmüştü. Kimseye zararım dokunmasın, işimi hakkıyla yapayım derken, hayatın içinden süzülüp geçmişim. Derken bir gün dediler ki, “Artık senin zamanın geldi.” Önce buruk bir sevinç sardı içimi. “E, ne güzel,” dedim kendi kendime. “Az da olsa emekli aylığı, üstüne bir de tazminat... Artık dinlenirim.” Ama insan plan yapar da sistem gülermiş. Dilekçemi verdim, çıkışımı aldım. Dosyam tamam, evraklar düzgün. Gün geldi, odamdaki kupamı, birkaç kalemi poşete koydum, masasını yıllardır paylaştığım dostlarla vedalaştım. O an tuhaf bir boşluk olur ya, hani yıllarca bastığın zeminin altından çekildiğini hissedersin, işte tam öyle bir şeydi. Evde çay demlendi, eş dost aradı. “Hayırlı olsun,” dediler. Herkes bir tebessümle konuştu. Ama bir tek...

Vapurda Başlayan Satış, Yolculukta Çınlayan Sesler

  Vapurda Başlayan Satış, Yolculukta Çınlayan Sesler Gençliğimizin İstanbul’unda, Boğaziçi vapurlarında öyle satıcılar vardı ki, sanki her biri ayrı bir hikâyeydi. Vapur daha iskeleden yeni ayrılmıştı ki, çantasıyla ayakta bekleyen satıcı usulca hareketlenir, kalabalığa doğru seslenirdi: "Sevgili abilerim, ablalarım…" O ses bir anda vapurun uğultusuna karışır, seni içine çekerdi. Ne sattığını görmek bile istemezdin bazen. Yeter ki o ses biraz daha sürsün… Traş bıçağı, tarak, çakmak, tırnak makası… Küçük şeylerdi ama anlatışı büyüktü. Çantasından her çıkardığı ürünü, adeta bir tiyatro sahnesindeymişçesine sunardı. Elindekini satmaktan çok, seni o kısa yolculukta gülümsetmeyi bilirdi. Otobüs yolculukları da eksik kalmazdı bu manzaradan. Genellikle hareket saatine az kala içeriye genç bir satıcı girerdi. Elinde küçük poşetlerde nane şekeri ya da araba tutmasına karşı limonlu sakızlar olurdu. Herkese tek tek göz gezdirerek başlardı konuşmaya: "Abicim, ablacım... Yol uzun, mi...

Vapurlarda ve Otobüslerde Satıcılar

Vapurlarda ve Otobüslerde Satıcılar Bizim gençliğimizde İstanbul Boğazı’nda yolcu vapurlarında, ayakta çeşit çeşit eşya satan seyyar satıcılar olurdu. Traş bıçağı, tarak, çakmak... Ne varsa çantalarında. Vapur iskeleden hareket eder etmez başlarlardı bağırarak satışa. Hele bir "Sevgili abilerim, ablalarım..." diye lafa girdiler mi, o ses sanki seni içine çekerdi. Bir şey almasan da kulak verir, izlerdin. Satıcı da farkındaydı bunun. Hem ses tonu, hem dili ayrı bir çekicilik taşırdı. Otobüslerde de benzer bir manzara yaşanırdı. Yolculuk başlamadan önce içeri süzülen genç satıcılar, “Abicim, ablacım...” diyerek araba tutmasına karşı küçük torbalarda nane şekeri satarlardı. Sakız da olurdu çoğu zaman. Yolculara göz gezdirip bir-iki cümle eder, kimi zaman bir iki satış yapar, sonunda da şoför ya da muavin sert bir bakışla "Hadi kardeşim, in artık," diyene kadar içeride kalırlardı. Şimdi hepsi geçmişte kaldı. Ama o sesler, o satıcıların telaşı, vapurun motor sesiyle karı...

Yolculukta Çınlayan Sesler

Yolculukta Çınlayan Sesler Gençliğimizin İstanbul’unda Boğaz vapurlarında, ayakta türlü eşyalar satan satıcılar vardı. Vapur iskeleden ayrılır ayrılmaz çantalarını açar, “Sevgili abilerim, ablalarım…” diyerek başlarlardı konuşmaya. Traş bıçağı, tarak, çakmak… Ne varsa çıkarır, anlatır, satardı. Ama asıl sattığı o candan sesti. Dinledikçe içine işlerdi. Otobüslerde ise yolculuk başlamadan içeri giren genç satıcılar olurdu. Küçük poşetlerde nane şekeri, araba tutmasına karşı limon sakızı… "Abicim, ablacım..." diye başlayan cümleler çoğu zaman şoförün sert bakışıyla yarıda kalır, satıcı yol kenarında sessizce inerdi. Minibüslerde de aynı sahneler yaşanırdı. Eli çantalı bir delikanlı içeri girer, “Kalem var, tarak var, dua bedava!” derdi. Birkaç kişi eline alır bakar, yaşlı bir teyze gülümser, minibüs bir anlığına sıcak bir sohbet yerinde dönerdi. Ama sonunda o da bir durakta inip kaybolurdu. Bugün ne o satıcılar kaldı ne de o sesler. Ama hâlâ kulağımda çınlar gibi: “Sevgili abil...

Gazeteci Çocuklar

  Gazeteci Çocuklar Gençliğimizde sabah gazetelerini erkenden bulmak ne mümkündü! Gazeteler, sağlam bir karton ya da sert plastik bir kılıfa yerleştirilir, butomar bir kayışla omuza asılır, sokak sokak dolaşan çocuklar tarafından satılırdı. Hem abone olanlara ulaştırılırdı hem de yolda görenlere bağırarak satılırdı. “Hürriyet! Milliyet! Akşam!” diye yankılanırdı o ince sesler sokak aralarında. O çağrılarda bir yaşam enerjisi, bir mücadele vardı. Gazeteyi elimize almak öğle saatlerini bulurdu çoğu zaman. O da şanslıysak… Ama ne gam! Gazete dediğin, haberden öte bir şeydi o zamanlar; dünyayla kurduğumuz bağ, umutla beklediğimiz ses… Yanlış hatırlamıyorsam, en ucuz gazete 10-15 kuruş civarındaydı. O küçük meblağla bir dünya açılırdı önümüze. Ne internet vardı ne televizyon; haberin, fikrin, yorumun tek kaynağıydı o sararmaya yüz tutmuş kağıt yaprakları. Şimdi ise o sesler yok. O çocuklar, o sokaklar sessiz… Ama o günleri hatırladıkça içimde sıcak bir şey kıpırdıyor. Belki de bir gazet...

Omuzda Gazete, Elde Umut

  Omuzda Gazete, Elde Umut Gazeteyi sabah kapısında bulan yeni nesil bilmez… Bir zamanlar gazete, evin kapısına değil, sokağın sesine emanet edilirdi. Gençliğimizde gazeteye ulaşmak bugünkü gibi kolay değildi. Ne internet vardı, ne de sabahın ilk ışığında posta kutusuna bırakılmış gazete lüksü... Gazeteler, kalın karton ya da sert plastik levhaların içine sıkıştırılır, üzerine butomar dedikleri sağlam bir kayış geçirilip omza asılır, sonra da o yükle sokak sokak dolaşılırdı. Gazetecilik, o yıllarda gazete yazarak değil, gazete taşıyarak başlardı. Sokakları arşınlayan çocuklar bir yandan yürür, bir yandan da mahalleyi uyandıran o ezgili sesi yankılatırdı: “Hürriyet! Milliyet! Akşam!..” Evler uyanırdı bu sesle. Camlar aralanır, anneler mendile sarılı bozuk parayı aşağıya sarkıtır, çocuklar ayakkabılarını ters giyip merdivenlerden koşa koşa iniverirdi. Mahalleye haber gelmişti çünkü. Ve gazete sadece haber değildi o zaman; memleketin nabzı, dünyanın sesi, kiminin düşü, kiminin korkusu...

Gaaazeteee

 ”Gaaazeteee!..” Omuzda gazete, elde umut… Yürekte sabır, sokakta ses… Şimdi her şey daha sessiz, daha telaşsız ama bir o kadar da renksiz. Haberler artık birer bildirim, gazeteler birer ekran kaydırması. Oysa bir zamanlar haber dediğin, sokaktan geçerken yankılanan bir sestir, mahalleye düşen bir ayak sesidir. Bazen düşünüyorum da... Belki de en doğru haber, o çocukların gözlerindeki ışıltıydı. Belki de en sıcak manşet, o sabah serinliğinde yankılanan: “Gaaazeteee!..” diye uzayan bir sesle başlardı. Ve şimdi… O sesi duyamasak da, o günleri yaşayan bizlerin yüreğinde hâlâ taptaze duruyor. Bazen bir rüzgar esince, sanki bir sayfa hışırtısı gibi kulağıma çalınıyor: “Hürriyet!.. Milliyet!.. Akşam!.." Belki de hayat, en çok böyle küçük seslerin hatırasında saklıdır.  Kamil Erbil

Şanslı Adam

  Şanslı Adam Şoförlük yaptığım yıllarda birçok insan tanıdım ama o günkü yolcum bambaşkaydı. Sabahın erken saatlerinde, yüzünde hem yorgunluk hem umut taşıyan biri bindi arabama. Giyimi kuşamı yerindeydi ama gözleri dertliydi. İlk başta sıradan bir yolculuk gibi başladı her şey. Ancak gün ilerledikçe, başına gelenler bir filmin sahneleri gibiydi. İlk durağımızda eski bir  dost una rastladı, yıllardır haber alamadığı biri. Tesadüf mü kader mi bilinmez... Sonraki durakta yıllar önce kaybettiği cüzdanını bulan biriyle karşılaştı, içinden tek bir kuruş eksilmemişti. Gün sonunda, tam da umudunu yitirdiği anda ona büyük bir iş teklifi geldi. Gözlerindeki yorgunluğun yerini şaşkınlık ve sevinç aldı. Ben sadece direksiyon başındaydım ama o gün, inandığım bir şey oldu: Bazı insanlar gerçekten de şansla doğar. Kamil Erbil

Yolcu 14 Numara

  Yolcu 14 Numara Sabah saat altı. Otogarın ışıkları henüz sönmemişti. Uzaklara gidecek otobüslerin motorları birer birer çalışıyor, muavinler biletleri yırtıyor, yolcular battaniyelerini dizlerine çekip pencereden dışarıya boş boş bakıyordu. Ben, bu otobüsün şoförüyüm. Adım İsmail. Otuz yıldır direksiyon sallıyorum. Her yolculukta başka bir hikâye taşırım yan koltukta. Muavinim Ali, benden genç ama yolculardan dertli. Yolcular... Ah o yolcular... Kimi uyur, kimi konuşur, kimi dua eder. Ama biri vardır ki her seferinde içimize dokunur. O sabah 14 numaralı koltuğa binen adamı ilk görüşte anladım. Kravatı özenle bağlanmış ama yüzü darmadağındı. Elinde küçük bir çanta, gözlerinde uzun bir uykusuzluk. Ali sordu: “Abi Ankara’ya mı?” Başını salladı. “Bugün ya başlar ya biter…” dedi. Güldüm kendi kendime. Herkes bir şeyin başındadır zaten ya da sonunda. Otobüs hareket etti. Önce yaşlı bir teyze çay istemeye başladı. Arka koltukta iki çocuk birbirine abur cubur fırlatıyordu. Orta sıralarda...

Ceviz Ağacının Altında

Ceviz Ağacının Altında  Bastonuna yaslanarak sararan yaprakların döküldüğü yolda yürürken, ezilen yaprakların sesi kulağına musiki gibi geliyordu. Şehre hâkim bir tepenin kenarındaki bankın yanında durdu. Sarı, yeşil ve kızılın bin bir tonuyla boyanmış ova gözlerinin önüne serilmişti. Bir süre ayakta seyretti, sonra bankta oturup gözlerini geçmişe çevirdi. Soğuk ve yağmurlu bir pazarda doğmuştu. Altı yaşına kadar köyde, sonra ilçede anneannesiyle yaşamıştı. Anneannesini küçük yaşta kaybettikten sonra tekrar köye dönmüş, ardından ortaokulu ilçede, liseyi şehirde okumuştu. Askerden sonra kamu kurumunda en alt basamaktan işe başlamış, yıllar içinde en üst kademeye kadar yükselmişti. Evlenmişti. Bir Mart günü oğlu, birkaç yıl sonra bir Nisan sabahı da kızı dünyaya gelmişti. Geçim zordu; gündüz mesaisi yetmediği için ek işler yapmıştı. Oğlunu evlendirmiş, ticarette başarısız olunca yıllarca destek olmuştu. En sonunda bir fabrikaya yerleştirmişti. Karısı hastalanmış, uzun tedavi sürecini...

Geç Kalan Mektup

 Geç Kalan Mektup Sonbaharın sarıya çalan hüznü, yaşlı adamın bastonuna yansıyan gölgeler kadar uzundu. Yapraklar ayaklarının altında ezilirken, o her çıtırtıyı geçmişten gelen bir fısıltı gibi dinliyordu. Bahçenin ucundaki banka ulaştığında bir süre ayakta kaldı, bastonuna yaslandı. Altındaki şehir, renk renk boyanmış ovayla birlikte uzanıyordu. Gözlerinde biriken yaş değil, yıllardı. O banka oturduğunda gözleri değil, yüreği seyre daldı. Annesi, yağmurlu bir pazar günü onu doğurmuştu. Anneannesinin yanında geçen ilkokul yılları, sonra köye dönüş, sonra ilde okunan lise... Derken askerden sonra o kuruma girdiğinde kimse onu fark etmemişti. Ama yıllar geçti, en alt basamaktan girip en üstte emekli olmuştu. Çocukları vardı. Bir oğlu, bir kızı… Ama oğlu yıllarca ona yük olmuştu. İş tutmaz, ticaret beceremez, ama her seferinde babasının kapısına gelip el açardı. Kadın hasta düştüğünde kaçan, yoğun bakımda uyurken arayıp sormayan yine onlardı. Sonunda eşi de gitti. Herkes çekip gidince...

Bir Zamanlar Sevdik

  Bir Zamanlar Sevdik Bazen ortamdan uzaklaşmak, kafamda dolaşan düşüncelerden kurtulmak ya da onları daha sağlıklı bir şekilde analiz edebilmek için yalnız kalmayı tercih ederim. Eskiden böyle zamanlarda dostlarla o eski meyhanelere giderdik. Giderdik dediğim de, öyle körkütük sarhoş olmak için değil... Birbirimize içimizi dökmek, ferahlamak hoşumuza giderdi. İçkiler bir bahaneydi; asıl mesele ruhumuzu hafifletmekti. Şimdi de bazen arkadaşlarla içkili lokantalara gittiğimiz oluyor. Fakat ben uzun zamandır içki içmediğim için bir kola ya da gazozla eşlik ediyorum onlara. Bazen de "İçki içmiyorum, sigarayı da bıraktım, sizin masaya pek uygun düşmüyorum," desem de, "Abi sensiz olmuyor. Sen bu masanın demirbaşısın. Otur, içme, sadece bizi dinle yeter," diyorlar. Ben de kıramıyorum. Dün akşama doğru, içimde bir sıkıntıyı atmak ve biraz değişik bir ortamda bulunmak isteğiyle, kimseye haber vermeden, zaman zaman gittiğim deniz kenarındaki o eski lokantaya yalnız gitmeye k...

Misafir 1

 Misafir 1 Bahçede uğraştıktan sonra epeyi yorulmuştular. Vakit ikindiyi geçmesine rağmen hava hala bunaltıcı sıcaktı. -Epey yoruldun sana bir kahve yapayımı ? -İyi olur hanım,iyi olur. Yaşlı adam şöyle doğruldu ve çebinden mendilini çıkarıp terliyen yüzünü silerken aynı zamanda da denizden gelen serinliği yakalamıya çalışyordu. -Bunaltıcı bir sıcak var bugün diye içinden geçirdi. Bir müddet hiçbir şey yapmadan elindeki bel küreğine dayanarak etrafı seyre daldı. -Kahven hazır, dedi karısı -Geliyorum hayatım, diye cevap verdi yaşlı adam. Yavaş yavaş elindeki bel küreği ile evinin ön kısmındaki kamelya’ya doğru yürüdü. Elindeki bel küreğini kamelya’nın kıyısında dayadı,mendiliyle terini silerek kamelya’da sekinin üstündeki mindere oturdu. Hanımıda hemen önündeki masaya yaşlı adam ve kendisi için hazırladığı kahve fincanlarını bıraktı. -İyi olmuş kendinede yapmışın dedi yaşlı adam. -Birlikte içeriz diye düşündüm dedi kadın. Hem mis gibi kahvelerini içiyorlar hemde önlerinde uzanan den...

Göl Kenarında Unutulmayacak Bir Veda

 Göl Kenarında Unutulmayacak Bir Veda Cumartesi mesai bitiminde şehri terk ederken hava açıktı, ama gökyüzünde birkaç başıboş bulut gezinmekteydi. Şehrin bitmek bilmeyen gürültüsünden kurtulduğumda bu kez kendimi, hafta sonunu değerlendirmek üzere yola çıkan tatilcilerin araç kalabalığı içinde buldum. Ana yoldan sapınca insan kalabalığı da, araç gürültüsü de geride kaldı; yerini yemyeşil bir doğaya bıraktı. Çalışma hayatının içinde kaybolmuşken doğayı, meyve ağaçlarının güzelliğini, hatta sadece rüzgârın uğultusunu bile unutmuş olduğumu fark ettim. Arabamın hızını azalttım, camları açtım, müzikle beraber yavaş yavaş yol alırken telefonum çaldı. — Nerede kaldın be birader? — Geldim sayılır, az sonra oradayım. — Hadi bekliyorum. Telefonu kapattığımda cama birkaç yağmur damlası vuruyordu. İçimde hem yolculuğun huzuru hem eski bir dosta kavuşmanın heyecanı vardı. O da topçuydu, ben de. Yalnız bir farkımız vardı; o iki gün önce teslim olmuştu, bu yüzden bir dönem “Komutanım” diye hitap ...

Kırıklar ve Çatlaklar

 Kırıklar ve Çatlaklar Şehre vardığımda öğleni biraz geçmişti. Doğrudan hastanenin yolunu tuttum. Park yerine motorumu çektim, içimde buruk bir sıkıntıyla giriş kapısına ilerledim. Dedemle anneannem, bir arkadaşlarının ikinci çadırında birkaç gün kalmak üzere göl kenarına gitmişti. Ne olduysa orada olmuş. Bir tartışma çıkmış, ardından itiş kakış… Sonuç: Dedemin kolu kırılmış, anneannem başını çarpmış. Görevliye isimlerini verip odayı öğrendim. Koridorda babamla karşılaştık. “Gel oğlum, buradalar,” dedi. İki yataklı odada, biri alçıda iki koluyla dedem; diğerinde, başı sargılı anneannem yatıyordu. Onları öyle görünce içim parçalandı ama belli etmemeye çalıştım. “Gençler, bu hâl size hiç yakışmamış!” dedim. Dedem her zamanki gibi gülümsedi. “Zıpır oğlan, gel bakayım!” Odaya doktor girip bizi dışarı çıkardı. Babamla hastane bahçesindeki kafeteryada oturduk. Olayı anlattı: Meğer, dedemleri çadıra davet eden arkadaşlarının yerinde bir adam belirivermiş. “Burası benim mekânım, kalkın bur...

Adaletin Gölgesi

 Adaletin Gölgesi  vardığımda öğle Adaletin çoktan geçmişti. Gölün kıyısında yer alan hastaneye doğru sürdüm mot Şehre orumu. Park yerine yanaşıp ana girişten içeri girdim. Dedemle anneannem, bir arkadaşlarının daveti üzerine onların ikinci çadırında kalıyorlarmış. Ne olduysa orada olmuş. Çadırın önüne biri gelmiş, tartışma büyümüş, dedemin kolu kırılmış. Anneannem kavgayı ayırmaya çalışırken başını taşa çarpıp yaralanmış. Detayları henüz bilmiyorum ama öğreneceğim. Danışmaya dedemin adını söyledim, kaldığı odayı öğrendim. Koridorda ilerlerken babam karşıma çıktı. “Gel oğlum, buradalar,” dedi. İki kişilik koğuşta dedem bir yatakta, anneannem diğerinde yatıyordu. Dedemin iki kolu da alçıdaydı, anneannemin başı sargılarla sarılmıştı. İçim yandı ama belli etmemeye çalıştım. “Geçmiş olsun gençler,” dedim. Dedem gülümsedi. “Zıpır oğlan... Gel bakayım buraya!” İkisini de öptüm. “Yakışmamış bu yataklar size.” “Yakıştırana bak!” diye güldü dedem. “Nasıl oldu bu iş?” Tam o sırada odaya...

Göl Kenarında Unutulmayacak Bir Veda

  Göl Kenarında Unutulmayacak Bir Veda Cumartesi mesai çıkışı şehri terk ettiğimde hava açıktı, ama gökyüzünde birkaç başıboş bulut dolaşıyordu. Gürültüden uzaklaştıkça doğanın sessizliği sarmaya başladı beni. Camı açtım, hızımı azalttım. Tam o sırada telefon çaldı: — Nerede kaldın be birader? — Geldim sayılır, az sonra oradayım. Eski bir dosta, eski bir ana dönüyordum. Askerde tanışmıştık, o komutanımdı bir dönem. Yıllar geçti ama o bağ hiç kopmadı. Bu hafta yazlığa gidecektim, ama “Çocukları hanımın yanına gönderdim, sen de gel, göl kenarında bekârlığın tadını çıkaralım,” deyince planlar değişti. Tarladan göle doğru ilerlerken beni karşıladı: — Nerede kaldın be oğlum? — Geldim işte, komutanım! Sarılıp göl kenarındaki çardağa yürüdük. Yayın balığı tutmuş sabah, birlikte pişirdik. O rakıyı koydu, ben almadım. Sohbet uzadıkça anılar döküldü ortaya. Sonra, daha önce anlatmadığı bir hikâyeyi paylaştı: Bekârlık zamanında, internette tanıştığı Seda adında bir kadından bahsetti. Evlenmed...

Kırık Kol Ve Oda R

Kırık Kol ve Oda R O sabah hastane koridoru, bayram telaşıyla daha bir kalabalıktı. Nöbetçi doktorlar ellerinde çay bardaklarıyla koşturuyor, hemşireler aralıksız çağrılan numaralara yetişmeye çalışıyordu. Ben de annemi kontrol için getirmiş, bekleme salonunda sıra bekliyordum. Kalabalığın içinden bir ses yükseldi. “Ne olur yardım edin! Kolum kırık, ama beni acile almıyorlar!” Döndüm, sesin sahibine baktım. Orta yaşlı bir kadın, yüzü acıyla buruşmuş, sol kolunu göğsüne bastırarak ayakta zor duruyordu. Yanında kimse yoktu. Hemen yaklaştım. “Hanımefendi, neden almıyorlar sizi acile?” “Dün gece düştüm, sabaha kadar bekledim. Şimdi de R odasına yönlendirdiler, ama orada doktor yok diyorlar. Kimse ilgilenmiyor!” dedi titrek bir sesle. Kendi sıramı unuttum. Kadının kolu, bilekten omuza kadar şişmişti. Röntgen bile çekilmemişti henüz. Hemen içeri girip bir hemşireye durumu anlattım. Önce gönülsüz davrandılar, ama sonra biri gelip kadını kolundan tutarak sedyeye aldı. Oda R hâlâ boştu. Onu ora...

Göl Kenarında Çadır Savaşı"

 "Göl Kenarında Çadır Savaşı" Göl kenarında takılıyorum, güneş tam tepede, huzur diz boyu. Bir baktım, bir tip geliyor: elinde çadır, yanında süslenmiş bir hatun, mayosuyla salına salına... Hemen anladım, bunların aklı başka: benim mekâna çökecekler. Adam, daha "Merhaba" bile demeden çadırı kurmaya girişti. Tavrı net: "Çekil kenara kardeşim, burası artık bizim." İlk başta baktım, alttan aldım. Dedim, hadi sessiz sedasız hallolsun. Ama yok, tip iyice havalara girdi, artistlik yapmaya başladı. O dakika benim içimdeki freni tutan herkes izne çıktı. Bir döndüm adama... Ne olduğunu anlamadan çocuk göl kenarında çuval gibi yığıldı. Kol başka yerde, bacak başka yerde, şok içinde bakıyor. Bu arada sevgilisi? Rüzgâr bizim tarafa esince, hatun ortadan kayboldu. Ne zaman tüydü, nereye kaçtı, kimse görmedi. Sonradan öğrendim, herif zengin bir babanın oğluymuş. Baba gelmiş, neredeyse diz çökecek: "Allah aşkına, bir şey demeyeceğim de... keşke biraz yavaş tutsaydın...

Göl Kıyısında Mayıs

  "Göl Kıyısında Mayıs" Sabah, göl kıyısına ince bir sisle geldi. Kuş sesleri, suyun üzerindeki buğuyu yarar gibi titreşiyordu. Toprak hâlâ gece yağmurunun izini taşıyordu; ayaklarının altında ıslak otlar eziliyordu. Adam, sessizce yürüyordu. Elinde kahverengi bir defter, cebinde yıllardır taşımaktan yıpranmış bir mektup vardı. Her yıl mayısta buraya gelir, gölün kenarına oturur, kimseyle konuşmadan saatlerce kalırdı. Çocukken babasıyla geldiği bu göl, artık onunla paylaştığı son hatıraydı. O günkü sessizlik gibi bugünkü de konuşuyordu aslında; rüzgârın sesi, yaprakların hışırtısı, suya düşen küçük bir dal parçasının çıkardığı halka… Güneş yavaşça yükseldiğinde, defteri açtı. İçinde dağınık notlar, tamamlanmamış cümleler, yıllar önce yarım bırakılmış bir hayat vardı. Mektubu çıkardı sonra, okumadı. Zaten ezbere biliyordu her kelimesini. Öğleye doğru rüzgâr hafifledi. Adam, göle karşı oturduğu taşın üzerinden kalktı. Mektubu suya bırakmadı, yırtmadı da. Sadece tekrar cebine ko...